Pages

28 Mart 2011 Pazartesi

Yol Ayrımı


Yol ayrımı; Kemal Tahir’in seneler evvel okuduğum romanının ismi. Yol ayrımı; insanın seçimini yapması gerektiği nokta. Ben hangi dünyaya aidim. Bir telefon geldi ve böyle oldu işte. Hangi dünyaya aitsin? Neden bu rolleri oynamakta ısrar ediyorsun? Neden ve ne zamana kadar sürdüreceksin?

Anlatacaklarımın bittiği dehşet günü. Işıklarla aydınlanan şehri, kuşbakışı seyrederken, bir söz, bir çığlık. Çok günah işledim; çok kendimden bahsettim; çok kendimden bahsederken, çok vakit kaybettim; içe döndüm zannettim; yanıldım.

Kitapçının raflarına bakıyorum. Yine o şiir kitaplarından birini alacağım. Ama yine de tercih yapacakmış gibi yapmak çok güzel. Zaten hep mış gibi yaptım; mış gibi yaşadım ama sahiden geçirdiğim zamana yazıktır.

Şimdi Kızılay metrosunun altında, aydınlığın vurduğu noktada, tüm sırlarını anlatan; hiçbir düşüncesini, karaktersiz izlenimi vermesi pahasına gizlemeyen; yazarı düşünüyorum. Herkesin bildiği kitapçıda, pek okunmayan bir yazar o. Bu yüzden de söyledikleri aklımda kalacak.

Aklımın içindeki manzarayı görebildiniz mi? Ya kafa karışıklığımı? Ya hatırladığım bazı hatıraların; başka bazı hatıraları hatırlatmasını? Ya siz bir kurguya bağlansın istemiyor musunuz tüm bunlar?

Peki ya burnuma gelen parfüm kokusu? Hissedebildiniz mi? Doğru cevap, iskotada uğuldayan hafif rüzgar olacaktı. Geç vakitte bindiğim otobüste kaybolacaktım. Düşlerimin bittiği yerde, bitmesini istediğim yerde, bitmesinden korktuğum yerde, bitmemesi halinde, nasıl olacağını merak ettim.

Üstgeçitten geçiyoruz; hala Kızılay’dayım. Bir bomba ihbarı yapılmış. Henüz üzerimde bir intiba yok. Olayla alakam olmadığı gibi; şu gün şu noktada; bulunduğum yerde; bulunduğum zamanla da alakam yok. O zamanki ben, şimdiki ben olabilmek için gözlerinikaçırıyor; şimdiki ben olabilmek için yoluna gidiyor; her bir şey yoluna giriyor. Şimdiki ben olmam için, hiçbiri önümde duramazdı; hepsini yıkıp geçerdim gerekirse; ateşe verirdim yolumdan caydıracakları; yolum ateş olsa bile ilerleyecektim.

Kapalı bir hava; yağmur da yağdı; hem de çok. Canım sıkkın elbette; üstelik yalnız da değilim. Yazarak oyun oynamak yerine; yalnız değilken canımı sıkma peşindeyim. Tuhaf bağlılık bu; vazgeçmek istemediğim; bu yüzden yitip giden. Yıkılıp giden bir çarşı var; yerinde bir inşaat şimdi. Biliyorum onu oraya dikecekler; belki biraz resimdeki gibi; belki değil ama mutlaka dikecekler o çok katlı otoparkı; hareketlerinden belli.

Bir telefon geldi ve bunlar oldu; “ben” olmak derdindeyim; hem de nedensiz. Nedensiz aşk’ı düşünmekteyim.

10 Mart 2011 Perşembe

Gerçekliği Yitirmek


Gerçekliğin nasıl yittiğini anlatmak zor elbette. Yine de şansımı deneyeceğim. Yürürken insanların yüzüne bakmak, empati hastası gibi kendini onların yerine koymak, uykusuzluk ve can çekişen değerler, kavramlar, iç güdüler, Oğuz Atay'ın, "Tutunamayanlar" ve "Tehlikeli Oyunlar" kitapları, insana biçilen ömür, saçaklı mantık gibi ayrılan yaşam senaryolarımızda birbirine benzer hislerimiz, benzer kaygılarımızla beraber aynı düşlerimiz, çocukluğa dair güneşli bir günün anısı, deniz kenarında yürümek, kalabalık bir caddede hissedilen melankoli, dostlarınız! eğlenirken hüzünlenmek, eğlenmek için yapılan aktiviteyi hüzne boğan benlik, masallara kaygıyla yaklaşmak, psikolojide her hastalığın bir sebebinin olması, her şeyde bulunan o kahredici nedensellik, mantık içinde yaşayıp, mantıksızlığı savunmak, gerçekleri kökten eleştirmek, "saçmalık", "varlık ve hiçlik", biçilmiş roller ve farklı zamanlarda farklı rolleri benimsemek, ölünün ardından dökülen göz yaşları, bambaşka hayatların arasında, bambaşka fikirlerin köleleri tarafından gerçeklere boğulmak, kaybedeceğini bile bile yaşamak, tüm bu belirsizlik içinde yaşamayı kabullenmeye sonuna kadar bağlanmak, belirli yaşlarda sendroma girmek, nedense kar'ın içine sırt üstü atlamanın çocukça olması, katlanamamak, farklı insanlar arasında farklı davranmaya zorlanmak, benzer insanlar arasında, benzer davranmaktan sıkılmak, sırt üstü yüzmek, aşk'a inanmamak, duaları ciddiye almak, yol boyu gidip gelen yaşlı belediye görevlilerinin bitmek bilmeyen yaşamak hırsı, bitmek bilmeyen yaşama hırsım içinde, çok büyük bir noktalar kümesi içinde, elmas, yakut aramak, çok büyük noktalar kümesinin, hep bir köşesini yakalamak, çok büyük noktalar kümesini zihne giremeyeceğinin farkında olmak, çok büyük noktalar kümesinin zihinlere giremeyeceğinin de farkında olmak, çok büyük noktalar kümesinden bahsetmenin anlamsızlığının, faydasızlığının da farkında olmak, pişmanlıklar içinde ağlamak, ağlamamaya söz verdiği için ağlamak, göz yaşını kutsallaştırmak, göz yaşı dökenleri boşuna anlamlandırmak bunlara sebeptir işte.

Gerçekliği yiten insanın, söylediği ve düşündüğü şeyler nasıl bulanıklaşır bir bilseniz. Kimlikler arasında yüzmek gibi. Hiçbir kalıbı olmayan insan.... Ne yazık ki, "ben, işte ben'im" demek için çok geç kaldım. Bir tek yazı kaldı elimde, tek teselli yazı...

8 Mart 2011 Salı

Varoluş


"Aklıma Parmenides geliyor. Söylediklerini biliyorsun, şöyleydi galiba: "Varolan şey nasıl varolmuş olabilir? Nasıl doğmuş olabilir? Çünkü eğer doğmuşsa varolmamaktadır ve eğer bir gün varolmak zorundaysa yine varolmamaktadır. Böylelikle doğuş sönmüştür ve ölüm söz konusu değildir." Söylenmesi gereken şeyler bunlardır. Kuşku duymalı insan. Yoksa düşünebilmek neye yarar Michéle. Hiçbir işe yaramaz konuşmak, Michéle, değil mi?"
                                                                            (s.54, Tutanak, J.M.G. Lé Clezio ) 
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği bu. Doğmamışların, ölmeyecek hikayeleri. Başı sonu belli olmayan bir yol bu. Varlık ve Hiçlik noktasında tıkandığımız en önemli yer. Bir suyun durgunluğu gibi yayımış evrene her nedense atılmış bir taş düşünüyorum ve dalgalanıyor evren; ve dalgalar, dalgaları meydana getiriyor; ve dalgalar, taşı atandan bağımsız hareketini sürdürüyor gibi.

Taşı atan şunu bilir ki, asla sular durulmadan yüzünün olması gereken aksini göremezsin; suyla uğraşman da faydasızdır. Çaresiz bekleyeceksin durulmasını. Bekleyeceksin gerçeği görmek için. Bekliyoruz hala...

6 Mart 2011 Pazar

Gün Batmıyor Hala


Zaman ve uzam sürecinde sürükleniyoruz biz. Birbirine yaslanmış apartmanlar arasında yürürken, tak tak ayak sesimi aç köpekler işitirken, gün batmıyor hala...

Zamanın, o güzelim 4. boyutun bambaşka geçtiği bir yer burası. Masalların, efsanelerin, yalan aşkların, davetlerin ve ilkel vahşi orman yaşamının çok uzağında bir yer. Gün ışığı, omuzlarına biner binmez biliyorlar, zamanın eğilip bükülmesi gibi bir şey bu, gün batmıyor hala...

Zamansız gelen o ani fikir dalgası. Geçip giden noktasal anların kümülatif toplamı, bir daha geri gelmeyecek gençlik hücrelerim, göz bebeklerimin irisi ama yine de, her şeye rağmen, gün batmıyor hala...

Zamanı ve renkleri, birbirinin içine geçip kaybolan geometrik şekillerin içine uyum sağlama derdi ve rengarenk bir cümbüşün içinde, durmadan sallanan bir kayık gibi, gün batmıyor hala...


DENİZ KIZI


Denizden yeni mi çıkmıştı neydi;

Saçları, dudakları
Deniz koktu sabaha kadar;
Yükselip alçalan göğsü deniz gibiydi.

Yoksuldu, biliyorum
- Ama boyuna da yoksulluk sözü edilmez ya-
Kulağımın dibinde, yavaş yavaş,
Aşk türküleri söyledi.

Neler görmüş, neler öğrenmişti kim bilir,
Denizle boğaz boğaza geçen hayatında!
Ağ yamamak, ağ atmak, ağ toplamak,
Olta yapmak, yem çıkarmak, kayık temizlemek
Dikenli balıkları hatırlatmak için
Elleri ellerime değdi.

O gece gördüm, onun gözlerinde gördüm;
Gün ne güzel doğmuş meğer açık denizde!
Onun saçları öğretti bana dalgayı;
Çalkandım durdum rüyalar içinde.

Orhan Veli Kanık