Pages

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Bir Hayal: Epistemokrasi



Düşün dünyamın temellerini atan, Siyah Kuğu'nun, 12. Kısmı, "Bir Hayal: Epistemokrasi" konusuna değinmek istiyorum Her şey bu bölümü okumamla başladı neredeyse. Kendi adıma şunu söyleyebilirim ki; düşüncelerin orijininde olması gereken bu olmalı insan için ve bir alıntıyla başlayayım;

Epistemik kibri düşük olanlar kokteyl partilerindeki utangaç insanlara benzer, fazla göze çarpmazlar. Nitekim bizler hüküm vermeyi ertelemeye çalışan, mütevazı insanlara saygı göstermeye yatkın değiliz. Şimdi epistemik tevazu meselesini düşünelim.  Son derece derin ve ayrıntılı düşünen, kendi bilgisizliğinin farkındalığıyla acı çeken birini düşünün. Aptalın cesaretinden yoksun ama nadir görülebilecek bir cesarete sahip: "Bilmiyorum" diyebiliyor. Bir aptal ya da daha kötüsü bir cahil gibi görünmeyi umursamıyor. Duraksıyor, hata yapmayacak, hatalı olmanın sonuçları ona acı veriyor. Düşünüyor, düşünüyor, fiziksel ve sinirsel anlamda bitkin düşene dek içinden düşünüyor.

Bu onun mutlaka güven eksikliği duyduğu anlamına gelmez, yalnızca kendi bilgisine şüpheyle yaklaşmaktadır. Böylesi bir insanı "epistemokrat", yasaların bu türden bir yanılma payı çerçevesinde oluşturulduğu bir ülkeyi ise "epistemokrasi" olarak adlandırıyorum.

Bu bağlamda en önemli modern epistemokrat, Montaigne'dir.

27 Mayıs 2011 Cuma

Siyah Kuğu: Olasılıksız Görünenin Etkisi


Ve Siyah Kuğu...

Reklamını yapmaktan onur duyabileceğim tek kitap. Dünya üzerinde yazılmış kitapların efendisi. Bir şaheser, bir başyapıt ve kelimelerin çok ötesinde bir yerde duran bir harikuladelik, "kutsal kitap"...

Bir çok kitap okudum ama hiçbirisi kendisini birkaç defa daha okutturacak kadar çekici olmadı. Yalnızca "Siyah Kuğu"da yaşadım bu duyguyu. Yazarı, Nassim Nicholas Taleb'e hayranlığımı da gizleyemem. Elbette, Siyah Kuğu metaforunun yeşermesinde rol oynayan, 12 Ekim 2010'da kaybettiğimiz, dünyanın en iyi bilim adamlarından biri olan, Fraktal Geometri çalışmalarının temelini atan Beonit Mandelbrot'yu da anmalıyım.

Her ikisi de düşün dünyamın sınırlarını genişleten harikulade insanlardır. Onların felsefesi ve tabii ki muhteşem eser "Siyah Kuğu"dan bahsetmek istiyorum biraz.

Benoit Mandelbrot


Nassim Nicholas Taleb



25 Mayıs 2011 Çarşamba

Arada Sırada Hayat

İstanbul'da doğup büyümek, İstanbul'da çocuk olmak, zannediyorum ki apayrı bir şey. Başka şehirlerde doğup büyüyen, yetişkinliğe başka şehirlerde adım atanların anlamlı ve özel çocukluk anıları pek yokmuş gibi gelir bana. Belki de yanılıyorumdur, kim bilir...

Ama Orhan Pamuk'u bu nedenle seviyorum işte. Boğaz'dan geçen gemileri, kömür kokan varoş mahallelerini, ilkbahar'da yaşanan ruhsal bunalımları, Galata'da balık tutanları, sonbahar'da, kuşlar göç ederken şehre dönen kasvetli yurdum insanlarını, sıkıntıları, çocuksu duyguları, seyyar satıcıları ve daha nice İstanbuli renkleri çok iyi betimlemiştir bana kalırsa.

Her yazarın bir tekniği vardır ya hani, bu durumu ona benzetiyorum. Oğuz Atay için romanda gereksiz kısımları ayıklamasını bilmiyor diyenler, Orhan Pamuk için de bir takım teknik hatalar öne sürmüşlerdir. Ama İstanbul'u, bu derin ve anlamlı bakış açısıyla daha önce kimse anlatmadığı için, bu zevki tadanların, yani İstanbul'u hatırlayanların hatıralarla beraber gelen çocukluk ve gençlik anılarının önüne geçemeyeceklerdir elbette acımasız eleştiriler yapanlar.

İstanbul'la 25 yıllık tanışıklığımın serüveni olsun bu.



1990'ların sonunda, henüz bir ortaokul öğrencisi iken kardeşimle ortaklaşa yaptığımız inanılmaz baskı sonucu Gülhane Parkı'na gitmek için babamı ikna ettik. O da binbir itiraza rağmen, haftasonu tatilini böyle geçirmeyi kabul etti. Eminönü'ye gittik ve yaklaşık resimdeki gibi bir alana, hem de etrafta başka hiçbir araba olmamasına rağmen park etti. Çocuk kafasıyla bile bir terslik olduğunu sezip; "eee camiinin tam karşısına park ettin" demiştim babama. Gönülsüz geldiği için ses etmemişti. Bu şekilde Gülhane Parkı'na indik, gezdik, eğlendik, hayvanatı seyrettik filan.

Dönüşte arabanın başına geldiğimizde kilidi vurmuşlardı lastik aksamına. Eh sinir küpüne dönen gönülsüz baba karşısında, susma sırası bize gelmişti.


Babama yaptığım inanılmaz baskılar bununla bitmemişti. Okulda düzenlenecek, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı fotoğraf yarışmasına katılmaya karar vermiştim. Ehh, babamın kimseciklere dokundurmadığı fotoğraf makinesini kullanabilmek için razı etmek de kolay olmadı. Her zamanki gibi ağzından girip burnundan çıkmış ve bu işi de ayarlamıştım.

Gidip pil ve film alacaktık ama şöyle makineye bakınca babam, "bunda birkaç tane kullanılmış da olsa film olacaktı zaten" dedi. Sadece pil aldık dolayısıyla. Evde pili takıp deneyince, flashın patladığını da görmemizle beraber, tören geçişlerinin yapılacağı yer olan Vatan Caddesi'ne gittik. Makus talihim de benimle beraberdi elbette.

Her neyse, türlü şekillere girip, tören geçişi yapan askerleri kah şeritin altından caddeye sızıp, tören geçişi yapan askeri birliğin önüne geçerek vatandaşa koyulan sınırı ihlal ediyordum, kah gazeteci edasıyla yatay ve dikey fotoğraflar alıyordum, kah alkış tutuyordum, eğleniyordum ve mutluydum dolayısıyla. Flash patladıkça kendime olan inancım da artıyor, fotoğraf yarışmasında birinci olacağımın hayallerini kuruyordum. Bu şekilde, Kore gazisi yaşlı amca modelini de küçük bir çocukla kare'ye alınca "bu iş bu kadar" dedim ve eve döndük.

Eski tip fotoğraf makineleri ile ilgili yapmam gereken bir hatırlatma var. Bu fotoğraf makinelerini film pozu bitmeden, filmi yuvadan çıkarırsan, kaşan pozlar kullanılamaz oluyordu ve bir diğer ilginç husus da, film olmadan, yalnızca pillerle bile flash patlıyordu.

Velhasıl, eve döndüğümüzün ertesi gününde, azıcık gaza gelmiş babam, filmleri tab ettirmeye gidiyorum ben diye çıktı evden. Dönüşte eli boş gelmişti ve yine asabı bozuk bir şekilde bakıyordu bana. Hay dedim içimden, "acaba yine ne oldu?". Bekelenen, uzun süredir gelmeyen felaket neydi? dedim.

Evet, fotoğraf makinesinde aslında film yoktu ve biz boş fotoğraf makinesiyle akşama kadar tören geçişini ve mutlu aileleri pozlamıştık. Fotoğrafları çekmek için girdiğim embesil şekillere kahroldum o anda. Fotoğraf yarışması da hayal olmuştu tabii... :(


Sağ alt köşedeki yeşil binacıklar kümesi Eyüp Lisesi'nin, Pierre Loti tepesinden görünümüdür. Lise eğitimini aldığım güzide okul. Apayrı bir havası vardır, bir de Metin Hocası tabii. Google'da Eyüp Lisesi'ni aratınca O'nun resminin birinci sırada çıkmasına hiç şaşırmadım doğrusu :)

Ve bahçesinde, beden eğitimi derslerinde izin alıp maç yapardık. Topun Halic'e kaçma olasılığı kabusumuz olurdu. Çünkü Beden Eğitimi Dersi Hocasının kesin ikazı vardı. Top okula zimmetliydi ve yenisini alırım demek bahane olamazdı.

Hazırlığa giderken henüz, daha ilk beden dersimizde, ilk sınıf maçımızı yapacaktık. Beden Eğitimi Hocası defalarca ve defeatle topu Halic'e kaçırmayın diye uyardı, uyardı, tehdit etti, uyardı ve sonra okula doğru yöneldi.

Biz de takımları kurup heyecanla maça başlamıştık bu arada. Henüz ilk saniyelerde ayağıma gelen topa, bir koydum, hoooop Halic'e kaçtı ve nerede kaldı benim makus talihim derken bu olay vuku buldu. Hoca arkasını yürürken, dönüp durumu çakmasın diye, topun bir süre Haliç'te yüzmesine izin verdik. İlk deneyimimiz olduğu için topu nasıl alacağımızı da bilemedik.

İnanılmaz gerilmiştim elbette. Top öylece uzaklaşırken, "ziki tuttun olum"cularla muhatap oluyordum. Neyse ki babacan olduğu her halinden belli olan bir tekne sahibi, topu makul bir fiyat karşılığı alabileceğini söyleyip, teknesine can verdi. Birkaç arkadaş tekneye atlayıp, kaçamak bir seyahatle topu alıp getirdik.

Bu da böyle bir anımdı...

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Efsanelerin Bittiği Yer



Öncelikle bu yazıda, kurguyu yeterince sistematik aktaramayacağımı, akılcılıkla durumları, sebep-sonuç olarak birbirine bağlayamayacağımı biliyorum. Bu defa, sezinleme yoluyla kavrama güdüsünün tetiklenmesine ihtiyacım var. O yüzden farklı ve anlaşılmaz olabilir söylediklerim.

İnsanoğlunun bilinen veya yazılı kısacık tarihinin çok çarpıcı noktasıdır, efsaneler. Olağanüstü yaşam öyküleri, tarihi kahramanlıklar, mucizeler ve daha niceleri... İnsanı, olduğu veya göründüğünden bambaşka bir noktaya taşıyabilecek tüm kahramanlık öyküleri...

Sıkıcı duvarlar arasında vakit öldürürken, kalabalıklar içinde caddelerde yürürken, akılların bir köşesinde yer etmiş efsanelerin, bilinç altına saçtığı bu ışıkla yaşama heyecanı buluruz. İhtimaller; yükselme ihtimali, bir anda efsane olmak, insanüstüleşme, mutlak bir zafer kurma, üstünlük sağlama ve kendini aşma, hiyerarşinin en yüksek noktası... Bütün bunlara rağmen ben, efsanelerin yitip gittiği, sınırlı insanın düşünü kurmak istiyorum.

... 

Edebiyatçı, ilk yapıtlarında başarıyı yakalamasından sonra, devam eder eser vermeye. Tekniği ile beraber yer etmiştir edebiyat dünyasında. Durmadan yazar ve teknik açıdan güzel ve olağanüstü işlere imza atar. Çok düşük ihtimalle yeni bir bakış açısı daha getirecektir ama çok büyük ihtimalle kendini tekrar edecektir. Attila İlhan der ki, bir şair genelde, ilerleyen yaşlarında yalnızca kendini tekrar etmekte, gençliğinde ürettiği o güzel şiirlerin tınısına ulaşamamakta ve tabir-i caizse yerinde saymakta veya bir döngünün içinde kapana kısılmaktadır. Veya, Arthur Rimbaud, en güzel şiirlerini 21 yaşına kadar olan dönemde yazmış ve bir daha da asla şiir yazmamıştır. Bir başka örnek ise, Samuel Taylor Coleridge olabilir. 25 yaşında en güzel şiiri Old Sailor'ı edebiyat dünyasına kazandırmış ve bir daha bu başarıya ulaşamamıştır.

Peki, şimdi bakış açımızı değiştirelim. Edebiyat alanında çalışmak, bir iş, uğraş veya meslek gibi olmasa daha iyi gibi geliyor. Bir roman veya şiir yazmak, bir arzu sonucunda doğar ancak bu arzu yalnızca, söylenmek istenen şeyin farklı olduğunun düşünüldüğü zaman kıymetli olma ihtimaline sahiptir. Bir başarı yakaladıktan sonra bunu devam ettirmek, "edebiyatçı" kıyafeti giymek pek doğru değildir. Bir insan, yapıtını yayımladıktan sonra, başka bir dünya kurabilmelidir, kurmaya eğilimi olabilmelidir. En azından, bunu düşünüp, dile getirmelidir. Edebiyat yapmak, hiçbir zaman sebep olmamalıdır. Böylece birçok şeyde bir şeyin başlayıp, diğer başka bir şeyin bittiği sınırlar ortadan kalkacaktır. Efsanelerin bittiği yere yaklaşıyoruz.

...

Bir korsan gemisi düşünmüştüm sahil boyu giderken. Geminin kıç tarafında, üstü başı perişan, elinde bir rom şişesiyle yan gelip yatan bir korsanı düşledim. Manzara Van Gogh resimlerinde olduğu gibi... Tüm renkler hareketli, geminin tahtalarını birbirine bağlayan somunlarından, dümeninden, direğinden, usturmaçalarından, ve halatlarından tutun da daha nice girişik yerleri hep hareket halinde. somunlar çıkıyor ve yerine giriyor sürekli mesela. Gökyüzünde siyah bir kuş sürüsü tıpkı deniz gibi dalgalanıyor.

Perişan korsancı öldürülecek. Bir kılıc boynunda hazır bekliyor. İnfazı kaptan yapacak. Gemide mürettabatı olan korsanlardan elinde kalan bir tek bu ayyaşı bile öldürmek niyetinde.

Ayyaş korsancı, elindeki yarı dolu rom şişesini havaya kaldırıp, kısık gözlerle şişenin arkasından Kaptan'a bakarak şöyle düşünüyor; "Efsanelerin bittiği yerdeyim. Az sonra boynuma vurulacak bir kılıç darbesiyle yeryüzünden silineceğim. Yalnız ve ıssız geçen şu hayatımda, bir süreliğine beni hatırlayacak olan hasmım Kaptan'dan başka hiçbir yerde hafızalarda olamayacağım. Yitip giden, soluksuz bir nefes gibiyim. Fakat az sonra, tüm her şeyin birbirine girdiği şu denizin ortasında, gökyüzünde asılı duran kutsal sarkacın, güneyden müthiş bir hızla gelip, gemimize çarpmasını ve parçalanmayı, ilahi adaletin sarkacı ile sonsuza kavuşmayı dilerdim. Bu dev "Sarkaç" bizi, zamanın uydurulmuş doğrultusundan kurtaracak ve dilirişimizi, yok oluşumuzu mutlak an noktasına getirecek".

Ve dileği gerçekleşir ayyaş korsancının. Dev sarkaç büyük bir hızla gelip gemiye iskele tarafından, son hızla çarpmış ve gemi atomlarına ayrılmıştır. Efsane bile olamayacak bu hadise, sonsuz hızda, zaman içinde kaybolur, yitip gider.

...

Efsaneler olmadan yaşamak zor geliyor bize. İnsanın sınırlı bir algıda yaşadığını düşünebilmek. Düşüncelerinin, kısıtlı ömürleri boyunca yetkinliğe ulaşamayacağını kabullenebilmek. En kompleks zihin yapısına sahip olmanın, yeterli dünya ve öteki dünya algısına yetmeyebileceğini kabullenebilmek...

Efsanelerin bittiği yerde yaşamak zordur.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Artık, Ben


Bir mezarlığın içinden geçtiğim vakit, onlarca sessiz insanın yaşam öykülerinin fısıldaştığını; birbirine katıştığını ve bu yüzden anlamsız bir takım gürültüler şeklinde göğe yükseldiğini fark ederim. Onlarca, belki yüzlerce insanın, artık toprak altında kalmış öykülerinin hazin çığlıklarıdır bunlar…

Halbuki, şu anda ben, hareket eden parmaklarımla, sonlu zaman boşluğuna, onlara ait hırsların, sevinçlerin, acıların, kederlerin, bir akşam sahil yolunda edilen kavgaların, aile içi tartışmaların, işsizlikten güçsüzlükten sıkıldıkları sabahların ve sonraların, kuyrukta geçirilen zamanın, hediyelik eşyayla gelen heyecanın ne kadar uzak ve değersiz olduğunu haykırıyorum.

Yitip gidecek bunca söz arasında artık bu da var. Artık, onlar kendi yaşam oyunlarında; kendi tiyatrolarının baş karakteri olarak; aslında dünya sahnesinin önemsiz figüranları iken, yaşattıkları onca anı ve hatıra içinde boğuluyorlar.

Artık, ben de bu düşünce zindanının içinde onları düşlerken, onların bu sessiz çığlıklarını düşlerken, tamamen yitip gitmiş olsun veya olmasınlar; dünya oyun sahnesinin önemsiz bir figüranı olarak kalamayacağımı, bundan yorulduğumu, devam ettirmeye gücümün yetmediğini kendime itiraf ediyorum.

Sizinle sizler gibi yaşamak için vereceğim bu anlamsız mücadelenin içinde ben, hikayeler ve nüktelerle vakit doldururken; içimdeki boşluğun içinde havasız kalacağım uzunca bir süre.

Artık ben, ben olamadığım noktada, yani sıkıntılarımın yaralara dönüşüp, her an kanamasına dayanamadığım noktada; kalıp savaşıp; yenilmeye mahkum olup; gücümün tükendiği her noktada bunu haykıracağım; 

artık, ben
artık, ben 
artık, ben…