Pages

24 Ekim 2011 Pazartesi

Keşfetmek

Almond Branches in Bloom,

Saint-Rémy, France: February, 1890

"Parçalayarak yok etme içgüdüsü, yaşanmamış bir hayatın tepkisidir".
                                                                                                     Erich Fromm

İnsanın yönlendirilebilen bir varlık olduğunu düşünüyorum. Aslında zaten, yeni doğan bir çocuğun istenilen doğrultuda yaşaması için uğraş vermenin olumlu sonuç vereceği genel kabul görmüş bir ilke sayılabilir. Devletin ve ailenin verdiği eğitimin, toplum ve çevreden de gözlemlenen görgünün, kişiliğin oluşmasındaki önemli unsurlar olduğu elbette yadsınamaz. Hal böyleyken, genel olarak toplumun veya birey olarak insanın hangi konular üzerine yoğunlaştığı/yoğunlaşması gerektiği konusu da ilgimi çekiyor.

Peki biz neye ilgi duyuyoruz? Aklımızı ve vicdanımızı nelerle dolduruyoruz? Hayatımıza yön veren, saatlerimizi dolduran uğraşlar neler? Yaptıklarımızı ne derecede analiz edebiliyoruz? Toplum olarak varmak istediğimiz yer neresi? Bunlar elbette tek cümle ile cevaplanabilecek sorular değil. Hatta rasyonel cevaplar bulunması mümkün sorular da değil. Ama bana göre, hem insan hem de toplum için bir gerçek vardır; o da hayatın frekansını yakalayıp; mümkünse dönüşüme öncülük etmek veya dönüşümün tıkandığı noktada başka bir noktaya esnek biçimde kanalize olup, huzuru ve sükunu yakalamak.

Peki insan veya toplum neden sürekli olarak, belirli periyotlarla huzurunu kaybeder? Huzursuz bireyler ve bunun sonucu olarak huzursuz toplumlar olmamızın altında yatan faktörler nelerdir? Bunlar arayışlarımızın ve meraklarımızın sonsuza kadar sürmesinin birer sonucu sayılabilir. Ama değinmek istediğim nokta bu cevapları detaylandırılabilecek, derin bir analiz gerektiren sorular ve bunlara verilebilecek yanıtlar değil, aksine ilgi alanlarımızın ne olması gerektiğini düşünmemize yarayacak.

Bana göre, bir insanın zekasının sınırları vardır; bir insanın tek başına tüm dünyayı kavraması olanaksızdır; bir insan tek başına hiçbir şeye yetemez. İnsan yardım almak, güven duymak ve ait olmak zorundadır. İnsan iyiliğin veya kötülüğün yayılmasına tercihleri ile neden olabilir. İnsanlar, bıçak kemiğe dayanmadan çoğunlukla harekete geçmedikleri için hayat karşısında pasif sayılabilir. İnsan, karar vermekten çok, analiz etmesi gereken bir varlıktır.

İnsan ve toplumlar çağlar öncesinde, örnekse Mısır Devleti'nin şaşaalı zamanlarında veya Roma İmparatorluğu'nun geniş bir coğrafyaya hükmettiği zamanlarda, toplumsal olarak daha aptal veya daha zekalı değildi. İnsanların yüzleri değişir sadece. Bunun dışında değişen başka pek bir şeyleri yoktur. Ama belirli bir zümrenin dışında kalan, kalmak durumunda olan kesimi, aktif olarak hayatı analiz edecek kesime dahil olamaması, -belki de imkansızdır- her zaman sorunlarla boğuşacak bir dünyayla baş başa olduğu anlamına geliyor. Çünkü, bir kısım insan yönetimde bulunduğunda, çok fazla insiyatifi de ele geçirmiştir aslında. Yönetilen kesimi istediği gibi paranoyalara dahi sürükleyebilir. Öyleyse yönetilen kesim, eski zamanlarda köle olan bu çoğunluğun artık bireysel özgürlüğünü ele alması gerekiyor. Fakat tam rekabet piyasalarındaki gibi bir çok sesliliğin olumsuz sonuçlar doğurmaması adına, insanın olumsuz yanlarını dahi irdelemesi, hatta gerekirse susmayı bilmesi ve çok defa söylediğim gibi hayat karşısında edilgen olması gerekir.

Bir defasında Matematik öğretmenim şöyle demişti. Eğer dünyada bugün, 10'luk sayma sistemi yerine, örneğin 12'lik veya 15'lik sayma sistemi kullanılsaydı, dünyanın nasıl bambaşka bir yer olabileceğini tahmin bile edemezsiniz. Yalnızca basit bir matematik algısının farklı olması bile dünyayı bambaşka bir yer haline getirmeye yeter.

İnsan temelde değişmiyor; belki evet ama; bana göre; her insanın; tek tek her bir bireyin bu hayatı, bu dünyayı keşfetmeye ve onu dilediği bakış açısıyla görmeye hakkı vardır. Dünyanın dönüşümüne katkı sağlayacak fikirler, yalnızca fikren özgür insanlardan çıkabilir. Yönetilmeyi kabul etmek, Oğuz Atay'ın belirttiği gibi hayatın durgunluğuna kapılmak; Orhan Pamuk'un vurguladığı gibi, "ölümü kabullenmek", yaşayıp ölerek bu dünyanın aslında çok farklı bir yer olarak göremeyeceğimizi kanıtlar; başka türlü tasavvur edemeyen; neredeyse kör bir fani olarak göçüp gideceğimize delalet eder.

Yaşamak, keşfetmektir bu bakımdan...


18 Ekim 2011 Salı

İnsan Edilgendir

The Red Vineyard at Arles
Painting, Oil on Canvas
Arles: November, 1888
"İnsan öldürmedim, bir ilkeyi öldürdüm! Evet, bir ilkeyi öldürdüm ama üstünden aşıp ötesine geçemedim. Bu tarafta kaldım".
                                                                                    Raskolnikov / Suç ve Ceza

İnsanın edilgen olduğunu düşünüyorum. Yani verdiği kararların aslında kendisine ait olmadığını ve daha doğrusu kendisi diye bir şeyin de olamayacağını...

Örneğin, insan ilişkilerinin anlamlandırılması için psikolojide "kara kutu modeli" diye bir tanımlama vardır. Buna göre, geçmişten gelen deneyimler, aile vb. faktörler bireyi harekete geçirici girdi yahut uyarıcılardır ve bunların etkisi ile oluşan davranış da çıktı yahut sonuçtur. Bireye ait zihinsel yöntem girdi ve çıktılar arasında yer almaktadır. Bu nedenle bireye ait unsuru “kara kutu” olarak tanımlayabilmekteyiz.

Bir insanın herhangi bir olay veya herhangi bir düşünce akımı karşısında takındığı tavrı düşünelim. Çoğu zaman aldığı kararların altında karakterini oluşturan deneyimlerin veya genetik çeşitliğinin rolü vardır. Elbette kararlarını etkileyen bu çok geniş dünyanın sınırlarını tespit edemeyiz ama bu durumda bir insanı aldığı kararlar karşısında yargılamak ne kadar anlamlıdır; bunu düşünebiliriz.

Bir insanın, her şeyden uzaklaşmak, özgür olmak, özgürce düşünebilmek için yola çıktığını ve insanlardan uzaklaştığını düşünelim. Bir insan gerçekten özgür olabilir mi? Gerçek manasıyla, özgürce düşünebilir mi? Kimbilir insanlardan kaçma dürtüsünü bile hangi koşullar altında yaşayarak edinmiştir? Onun bu yolculuğa çıkmasına sebep olmuş tüm o şartlar nelerdir? Bir insan özgür olmak için yola çıkarken bile aslında özgür değilse daha vahim bir tablo çıkıyor ortaya.

Bir suçluyu ele alalım şimdi. Suçlu, yani cürmü işleyen, yani toplumun varlığını veya fertlerin menfaatlerini ağır biçimde tehlikeye düşüren veya sarsan suçlar işleyen kişi aslında suçun işlenmesine karar veren özgür bir birey midir; yoksa geçmiş deneyimlerinin, hayat şartlarının, seçme şansı kendisine ait olmayan genetik haritasının, hatta o günkü hava şartlarının, hatta toplumun kendisine dayattığı sosyal statüsünün, hatta buna benzer sayısız parametrenin etkisinde mi bu suçu işleme kararı almıştır?

Mahkemelerde kimi yargılıyoruz biz? Hapishaneleri dolduranlar kimler? Burada amacım suçu veya suçluyu övmek değil elbette. Düzenin böyle olmasını eleştirmek, sosyal hayatımızın gidişatına hayıflanmak da değil. Amacım, "suç" diye tabir edilen cürümlerin, ne kadar özgürce bir karar sonrasında işlenmiş olabileceği. Toplum veya devlet olarak suçluyu mu yargılıyoruz; düzenin aksak yönlerini mi? Çünkü biliyoruz ki, cürmü işleyen insanın farklı hayat şartları altında aynı cürmü işlemeyecek, saygın bir kişi de olabileceği gerçeğidir. Düzenin kendisine dayattığı silik ve ezilmiş bir karakter olma zavallılığının ve şanssızlığının dışında kalabilmiş bir bireyin yine de benzer suçları işleyebileceğini düşünmek, söz gelimi bir katil, söz gelimi bir sahtekar, söz gelimi bir hırsız olabileceğini düşünmek çok derin bir haksızlık ve acziyettir bana göre.

Öyleyse bir bedenin fiziksel olarak dört duvar arasında bekletilmesi özde manasız bir durumdur. O halde, bir suçluyu, en azından suçlu tarafından bireysel veya toplumsal olarak doğrudan zarar görmedikçe, onu eleştirmek, yerin dibine sokmak, haksız bulmak, suçu işleyenin şahsına kin ve nefret duymak da manasızdır. Siz, aslında siz bile değilken, yani birçok parametrenin etkisi altında orada oraya sürüklenen, tıpkı bir ayna gibi çevresini yansıtan değişken, elastik bir şeyken, tıpkı sizin gibi olan bir şeyi eleştirmek veya ötekileştirmek de saçma oluyor.

Bunu şöyle de açıklayabilirim. Mesela, doğuştan değil de, sonradan, yani günlük yaşantısının getirdiği acımasızlıklarla aklı dengesini yitirmiş ve akıl hastanesine yatmış bir insanı düşünelim. Böyle bir insana, neredeyse tüm toplum acıyarak bakar. Yaşadığı zorlukları ve çileleri anlamlı bir tavırla karşılar ve hastanın içinde bulunduğu durum için çoğunlukla yaşam şartlarını (genel manasıyla) sorumlu tutar.

Şimdi aynı yaşam şartlarının bir insanı bir deli değil de, bir cani yaptığını düşünelim. Öyleyse bu cani de, tıpkı deli gibi yaşam şartlarının etkisiyle bu hale düşmüştür. Yani, başka bir açıdan onun da seçme şansı yoktur aslında. Suçu işleyenin, suçu işlerken orada olmasından, aktif halde bulunmasından başka hiçbir farkı yoktur. Yani, zaten kendisinde olmayan seçim şansı için yargılanmakta ve farklı farklı normlara ve kanunlara göre ceza almaktadır.

İşte bu yüzden de daha öncede olduğu gibi, insanın hayat karşısında pasif olduğunu ve tıpkı bir ayna gibi, tıpkı Italo Calvino'nun "Palomar" kitabının baş karakteri Plaomar gibi hayat karşısında pasif bir gözlemci olduğunu düşünüyorum. Benim sandığı kararlar aslında, kafasının içinde çözemediği ve tümüyle kavrayamadığı -kavraması olanaksızdır- derin bir deneyimler okyanusunun ve genetik evrenin etkisi ile alınır.

Dolayısıyla insan, tıpkı bir element gibidir. Diğer farklı elementlerle reaksiyonlara girip moleküller veya bileşikler oluşturabilir. Dolayısıyla, insan çok farklı yerlerde ve çok farklı zamanlarda, çok farklı tepkiler verecektir. Kendisi diye bir şeyin olmadığının farkında bile olamadan yaşayıp gidecektir. Fakat özgürlük, gerçek özgürlük bunun çok dışında; çok uzağında...



11 Ekim 2011 Salı

Maria Puder Ölmedi

Andrea Del Sarto
Madonna delle Arpie

"Kız arkadaşlarım benimle ahbaplık etmeyi ve fikirlerimi kabul etmeyi, zevklerine ve rahatlarına aykırı buldular. Hoş tutulan bir "oyuncak" olmak, onlara "insan" olmaktan daha cazip geliyordu".                                     
                                                                                  Kürk Mantolu Madonna / s.97

Uzun zamandır böylesine etkileyici bir kitap okumamıştım. "Kürk Mantolu Madonna"yı elime aldığımda bu kadar sağlam ve etkileyici roman kahramanlarını bulabileceğimi ummuyordum doğrusu. 160 sayfalık bir romanın (Sabahattin Ali'ye göre uzun hikaye) bir başyapıt olabileceğini hiç beklemezdim. Böyle bir kitabın Türk edebiyatına ait olduğunu bilmek ise ayrıca gurur verici ve ayrıca Sabahattin Ali'nin kıymetini geç anlayanlar kervanına da katılmış oldum böylelikle.

Bu güzide romanın harikuladeliği ile ilgili ne söylense eksik kalacaktır. Her paragrafından, her satırından müthiş çözümlemeler çıkıyor. Mesela;

"Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum biliyor musunuz? Sırf böyle en tabii hakları imiş gibi insandan birçok şeyler istedikleri için... Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil... Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hulasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki... Kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini fark etmemek için kör olmak lazım. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kafidir. Kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçemiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek... Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey veremeyiz... Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum."
"... insan, bilhassa kadın ve erkek münasebetleri o kadar karmakarışık ve arzularımız, hislerimiz o kadar anlaşılmaz ve bulanık ki, hiç kimse ne yaptığını bilmiyor ve akıntıya kapılıp gidiyor. Ben bunu istemiyorum. Beni yüzde yüz doyurmayan, bana tam manasıyla lüzumlu görünmeyen şeyleri yapmak, beni kendi gözlerimde küçültüyor. Bilhassa tahammül edemediğim bir şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu... Neden? Niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız? Niçin daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız? Niçin sizin yalvarışlarınızda bile bir tahakküm, bizim reddedişlerimizde bile bir aciz bulunacak? Çocukluğumdan beri buna daima isyan ettim, bunu asla kabul edemedim. Niçin böyleyim, niçin diğer kadınların farkına bile varmadıkları bir nokta bana bu kadar ehemmiyetli görünüyor? Bunun üzerinde çok düşündüm. Acaba bende anormal bir taraf mı var? dedim. Hayır, bilakis belki diğer kadınlardan daha normal olduğum için böyle düşünüyorum. Çünkü hayatım, sırf bir tesadüf eseri olarak, diğer kadınları mukadderatlarını tabii görmeye alıştıran tesirlerden uzak geçti. Babam, ben daha küçükken öldü. Evde annemle ikimiz kaldık. annem, tabi olmaya, itaat etmeye alışmış olan kadınlığın adeta bir timsali idi. Hayatta yalnız yürümek itiyadını kaybetmiş, daha doğrusu bu itiyadı asla kazanmamıştı. Yedi yaşında olduğum halde onu ben idare etmeye başladım. Ona ben metanet tavsiye ettim, akıl öğrettim, destek oldum. Böylece erkek tahakkümü görmeden, yani tabii olarak büyüdüm. mektepte kız arkadaşlarımın miskinliği, emelleri beni daime tiksindirdi. Hiçbir şeyi, kendimi erkeklere beğendirmek için öğrenmedim. Hiçbir zaman erkeklerin önünde kızarmadım ve onlardan bir iltifat beklemedim. Bu hal beni müthiş bir yalnızlığa mahkum etti. Kız arkadaşlarım benimle ahbaplık etmeyi ve fikirlerimi kabul etmeyi zevklerine ve rahatlarına aykırı buldular. Hoş tutulan bir oyuncak olmak, onlara insan olmaktan daha kolay ve cazip geliyordu. Erkeklerle de arkadaş olamadım. Aradıkları yumuşak lokmayı bende bulamayınca müsavi kuvvetlerle karşı karşıya gelmektense kaçmayı tercih ettiler. O zaman erkek azminin ve kuvvetinin ne olduğunu gayet iyi anladım; dünyada hiçbir mahluk bu kadar kolay muvaffakiyetler peşinde koşmaz ve hiçbir mahluk bir erkek kadar hodbin, kendini beğenmiş ve kibirli, fakat aynı zamanda korkak ve rahatına düşkün değildir. Bir kere bunları farkettikten sonra erkekleri sahiden sevebilmem imkansızdı. En hoşuma giden ve birçok hususlarda bana yakın olan adamların bile, küçük vesilelerle, bu kurt dişlerini gösterdiklerini; her ikimize aynı derecede zevk veren beraberliklerden sonra, özür dilemeye, himaye etmeye çalışan, fakat aynı zamanda herhangi bir şekilde muzaffer olduğunu zanneden ahmakça bakışlarla yanıma sokulduklarını gördüm. Halbuki acınacak halde olan, zavallılıkları meydana çıkan onlardı. Hiçbir kadın, ihtiras halindeki bir erkek kadar aciz ve gülünç olamaz. Buna rağmen bu hallerini bir kuvvet tezahürü zannedecek kadar yersiz bir gururları vardır..." 
Sabahattin Ali, Kırklareli sınırından ülkeyi terk etmeye çalışırken öldürüldüğünde, cebindeki küçük bir not defterinin sayfalarının birinde "Maria Puder öyle ölmedi" yazıyormuş. Ben öncelikle, Maria Puder gibi bir karakterin gerçekten varolduğunu düşünmek isterim. Her erkeğin aşık olmaktan kurtulamayacağı bir kadın O. Fakat şimdi bu etkileyici sözün bende başka bir intiba yarattığını belirtmek isterim. "Maria Puder öyle ölmedi" notundan haberdar olmadan önce kitabı okurken, belirli bir aşamasına geldiğimde aklımda şöyle acımasız, melankolik bir senaryo şimşek gibi belirdi. Doğrusunu söylemek gerekirse, -haddim değil ama- bu kitabın yazarı ben olsaydım, romanı Maria Puder'in hastaneden çıkıp evine yerleştiği o bölümden sonra başka türlü devam ettirirdim. Aklıma gelen devam senaryosunu ve nedenlerini de sıcağı sıcağına belirtmek isterim.

Bana göre Maria Puder, yukarıdaki alıntı paragraflarda ve kitabın diğer birçok bölümünde olduğu gibi kendisini tutkulu bir kadın olarak göstermiştir. Dolayısıyla Mehmet Raif'i mantığıyla dahi olsa sevebileceğini düşünmüyorum. (Kitabın bir bölümünde Raif'e "Seni sevmiyorum" dahi demişti. Bunun gerçekçiliği de tartışılabilir elbette ama doğru olma ihtimalini ele alıyorum). 

Her neyse, Maria Puder hastaneden kalkıp evine yerleştiğinde üzerinde bir durgunluk vardır. Mehmet Raif'in tutkusunu ve ona karşı yumuşak başlı davranışlarını görünce gözyaşları içinde kalmaktadır kimi zaman. Gerçekten sevildiğine kanaat getirir ve Mehmet Raif'in öğle öncesi fabrikaya çalışmaya gittiği günlerden birinde onu durdurup yanında kalmasını ve hiç ayrılmamasını rica eder. "Bensiz olamazsın sen Raif" der; "Artık seni yalnız bırakamam" diye ekler. Ve ilerleyen dakikalarda şöyle bir konuşma yapar;
"...'şimdi aramızda neyin noksan olduğunu biliyorum', dedi. Bu eksik sana değil, bana ait. Bende inanmak noksanmış... Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanmadığım için sana aşık olmadığımı zannediyormuşum. Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar. Ama şimdi inanıyorum. Sen beni inandırdın. Seni seviyorum...  Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum. Seni istiyorum... İçimde müthiş bir arzu var... Bir iyi olsam!.. Ne zaman iyi olacağım acaba?.."

Bana öyle geldi ki, Maria Puder de, tıpkı Mehmet Raif'in o anda içinde bulunduğu durum gibi bir duruma düşmüştür, Raif'le tanışmadan evvel. O da tıpkı Raif gibi, tutkuyla birine aşık olmuştur. O'nda arzu ettiği yakınlığı, samimiyeti veya gerçek aşkı göremeyen Maria Puder hayata ve erkeklere karşı kırgın bir tavır içine girmiştir. Aşkı ve tutkunun her zaman karşılıklı olamayacağını görmesi ve düşünmesi onu bu düşüncelere sevk etmiştir. Dolayısıyla, Mehmet Raif'e karşı duyduğu yakınlık, aslında kendi kırık kalbine takındığı bir tavırdır. 

Maria Puder, Mehmet Raif'i terk ederse, onun da kendisi gibi kırık bir kalple dolaşacağını bilmektedir. Maria Puder, aşkın imkansızlığına boyun eğmemek için, Mehmet Raif'e sevgiyle bağlanacağını belirtmiştir. Evinde hasta yatarken farkettiği aslında budur bana göre.

Maria Puder, "Kırık Kalpli Madonna"dır aslında. Mehmet Raif'in resim sergisinde seyrettiği o hüzünle karışık güzelliğin yansıması da budur. Fakat bana göre, Sabahattin Ali, bu melankoliyi kitabına yansıtmaktan vazgeçmiştir. Bunun birçok nedeni olabilir tabii. Ama Maria Puder'in, Mehmet Raif'in de daha önce belirttiği gibi annesine benzeyen bu kadına ihtiyacı vardır. Hatta, Raif ve Maria Puder ilk tanıştıklarında, Maria şöyle demiştir Raif'e; "Senin bir sevgiliden daha çok bir anneye, bir ablaya ihtiyacın var..."

Evet, Maria Puder yani Kürk Mantolu Madonna, aslında aşkın olanaksızlığı karşısında ayakta kalmaya çalışmış, tutkulu bir aşkının diyetini ödemiş ve Mehmet Raif kendisini ona adadığını zannederken, aslında O, kendisini Mehmet Raif'e adamış, büyük bir roman karakteridir, insandır bana göre. 

Fakat henüz kitabı okurken bile böyle bir senaryoyla karşılaşacağımı düşününce yüreğim sızlamış, vicdanım paramparça olmuştu. Sonrasında, romanın  başka türlü ilerlediğini görmek içimi rahatlatmıştı tabii. Sanki, Sabahattin Ali sesimi duymuştu o anda. Bu vahim vaziyetin yazıya dökülebilaeceğini hissettirmekle yetinmiş ve aslında büyük bir iyilik yapmıştı bizlere.

Kitabın arka kapağında da şöyle yazar; "Sabahattin Ali, bu kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına (?) dair, yanıtlanması zor sorular soruyor".

Dolayısıyla, "Maria Puder öyle ölmedi; Sabahattin Ali ölmedi"...




9 Ekim 2011 Pazar

İnsan Ne İçin Yaşar ve Ölü Canlar

Terrace on The Place du Forum
Painting, Oil on Canvas
Arles, France: September, 1888
"Her şeyi çok ciddiye alıyordum, sanki ölümsüzmüşüm gibi..."
                                                                     Jean Paul Sartre
Beylik lafları sevmiyorum. Çoğu bir süre sonra anlamını yitiriyor. Verdiği mesajı anlamak ve altının ne kadar dolu olduğunu kavramak da güç. İnsanın altyapısı olması gerekir öncelikle, bu aşikar. Ayrıca bu tür klişelerin, söylene söylene bir süre sonra verdiği mesaj da başkalaşıyor, gücünü yitiriyor. Bu yüzden de her söylediğim sözde, farklı ve yeni bir şey olsun istiyorum. Okuyacağım kitabın, izleyeceğim filmin bir farkındalığı olmalı. Değerli veya değersiz, her ne olursa olsun yeni bir şeyler göstermeli; daha önce söylenmemiş olana işaret etmelidir.

Ve bana göre ilerlemenin veya dönüşümün de yolu budur. Analiz eden, farklı düşünebilen insanlar ancak hayata değer katabilir. Bu yüzden de çok sıradan yaşayan, bilmiş bilmiş konuşan ama boş konuştuğunun farkında olmayan insanları pek sevemiyorum. Hayatın gidişatını kabullenip, bu doğrultuda yaşamayı tatmin edici bulan insanlar bana korkunç geliyor. 

Mesela, ünlü yazar Michel Foucault kendi çalışmalarının bile genel geçer daimi doğrulardan olmaması gerektiğine inanır ve çalışmalarının kullanıldıktan sonra atılmasını öğütlermiş. Bu tür bir bakış açısı, dönüşümün kapısını açık bırakan, bana göre de olumlu bir yaklaşımdır. Her söz değerini ve gücünü yitirme potansiyeline sahiptir. Dolayısıyla bugün söylenen sözün agresif biçimde toplumlara dayatılması, dikte edilmesi de anlamsızdır.

Anlamsızdır belki ama gereksiz midir, bunu bilemem veya tahmin edemem işte. Hayatlarımızı dolduracak argümanlara ihtiyacımız var sanırım. Bunlardan vazgeçemeyiz. Bugünümüzü dolduracak sevgi klişelerine, tartışmalara, öfkelere ve neşelere de bağlıyız o yüzden.

Söylemek istediğimi açıkça ortaya koymak için Gogol'un "Ölü Canlar" romanındaki 3 karakterden bahsetmek istiyorum;

i.) Bunlardan ilki, romanın ana karakteri olan Çiçikov'un uşağıdır. Çok nadir yıkandığı için kendine has kötü bir kokusu vardır. Her gittiği yere bu kokuyu da götürür. Oldukça sadık bir yardımcıdır. Verilen görevi veya istenilen işi asla ikiletmez. Kabiliyeti derecesinde yapmaya çalışır. Bu haliyle gariban bir insan görüntüsü verir bu uşak. Sahibi Çiçikov ona ne kadar kötü ve kaba davransa da ihanet etmek veya kötü düşünmek gibi alışkanlıkları yoktur bu uşağın.

Ayrıca, uşağın geleneklere çok saygılı olduğunu da söyleyebiliriz. Topluma faydası olan her işi alkışlar ve her başarılı kişiyi de övüp baş tacı yapar. Bu nedenlerle olsa gerek, kitap okumayı çok sever bu uşak. Yalnız kaldığında hemen eline bir kitap alır. Kitabın adının ne olduğunun hiç önemi yoktur. Yalnızca okumak işine saygısı olduğu için bunu yapar uşak ve mutlu bir gülümseyişle, kitapta ne yazarsa yazsın, okur veya okuyormuş gibi yapar.

Çiçikov uşağın bu halini hiç beğenmez, hatta yadırgar. "Ne budala uşak, ne okuduğunu bile bilmiyor ama şu suratındaki huzura bak" der.

Yoksul, eğitimsiz ve gelenekçi kesim bana bu uşağı ve bu uşaktaki masumiyeti hatırlatıyor. Hayatın gidişatını kabullenmiş, bulunduğu sosyal sınıftan kaygı duymayan, gelenekçi ve kutsal değerlere saygılı insanlar...

ii.) İkinci karakter ise, Sobakevic veya benzeri bir isme sahip olan, iyi halli Rus'tur. Çiçikov bu şişman adamı, belediye başkanının verdiği davetlerde ara sıra görüyor ve bu adam için "Sobakevic, hıh ne için yaşıyor ki bu adam, yani, Tanrı bu adamı niye yaratmış olabilir ki" gibi sözler ile anlamaya veya sorgulamaya çalışıyor.

Sobakevic, sosyal statüsünden başka hiçbir özelliğe sahip olmayan biri. Bazı toplumsal normları biliyor, nerede nasıl davranması gerektiğinden haberdar belki ama o da Çiçikov'un uşağı kadar hayat karşısında anlamsız ve silik bir karakter. İçkili eğlencelernin yaşandığı bu yüksek mevkii toplantılarında, Sobakevic'in kahkahaları bile bir sıradanlığın yansımasından başka bir şey değil. Sobakevic'de hiçbir zeka pırıltısı yok. Yalnızca, yüksek sınıf insanları kopya ediyor ve bu vahim durumunun farkında bile değil.

Varlıklı ama meraksız, bugünün heyecanını yaşayan, sıradanlığı özümsemiş ve benimsemiş insanlar da bana Sobakevic'i ve onun dehşetengiz durumunu hatırlatıyor.

iii.) Üçüncü karakter ise, romanın baş karakteri Çiçikov'dur. Çiçikov, Rusya'yı şehir şehir dolaşarak, ölmüş köle köylüleri satın almaktadır. Himayesinde çok fazla çalışan köylü olduğu intibasını yaratıp, kısa yoldan zengin olma çabasındadır.

Çiçikov bu haliyle kaos meydana getiren bir karakterdir. Ahlaksız ve düzenbaz olarak nitelendirilebilir ama Çiçikov düşünceli bir insandır da. Yalnızca bozuk düzenin içinde nefes almak istemiş ve arayışlara girmiştir. Feodal Rusya'da, içinde bulunduğu sosyal sınıfı kabul etmeyip, zekasız biri gibi ölmeyi reddetmiş olması, başka hayatları kopya edip virüs gibi yaşamaktan kaçınmış olması, başka yollar denemesi onu ahlaksız göstermeye yetmiştir.

Düşünceli, yalnız ve kaygılı bir kısım insan da bana Çiçikov'u hatırlatıyor...