Pages

22 Ocak 2012 Pazar

Kinyas ve Kayra


"Az yedim, çok içtim. Hâlâ içiyorum, içki ayırmadım. Alkolü kendime yakıştırdım. Her türlü uyuşturucudan tattım. Bağımlılık­tan nefret ettim. Gitmemi, terk etmemi engeller diye. Ne bir mad­deye, ne de bir insana bağlandım. Sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, âşık oldum, ikisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. Geçmişe tükürüp geleceği çiğnedim. Bugünü ise uyuyarak geçirdim. Benim adım Houdini. Dünyayı bir oyuncağa çevirdim. Ayak basmadığım yer kalmadı. Kalan varsa, onları da amuda kalkar geçerim! Duvarlara, bedenime resimler çizdim. Bir gün öyle gürledim ki önümde duran şarap kadehi çatladı. Benim adım Hitler. Kendi ordumu kurmak için bir sürü kadına tohumla­rımı bıraktım... Şimdiyse ağlıyorum. Hepimiz için. Çünkü hiçbiri işe yaramadı..."  
                                                                                                    Kinyas ve Kayra


Hakan Günday'ın ilk ve en çok ses getiren romanıdır; "Kinyas ve Kayra". Henüz 24 yaşında iken böylesine derinlikli bir kitap yazabilmiş olması da hayli ilginç. Romanın akıcılığına ve yer yer yapılan tespitlere hayran olmamak elde değil. Bununla beraber yazar Hakan Günday'ın, Louis Ferdinand Celine ve onun "Gecenin Sonuna Yolculuk" adlı romanından oldukça etkilendiğini ve romanlarını yazarken, ondan direkt olarak alıntılar yapıp kitaplarına aktardığını ifade eden itiraflarını da okumuştum ve biliyorum. Bu alışkanlığını ne derece ileri götürdüğünü ise bilmiyorum. Şöyle özetlenebilir aslında bu kitap; 24 yaşında ilk romanını yazan birisi için ümit verici ama değindiği noktalar arasındaki organik bağ ve tutarlılık açısından düşünüldüğünde, iyi bir okurun kafasından oldukça zayıf olduğunun düşünülmesi kaçınılmaz olan bir roman.

Yeraltı edebiyatı türünün bir örneği olan bu kitabın dili de, ait olduğu sınıfa uygun. Ancak, anlattığı felsefi çözümlemeler ile, romanın baş karakterlerinin gerçekleştirdiği vukuatlar arasında derin bir uçurum var. Afrika'dan, Güney Amerika'ya, oradan Türkiye'ye devam eden anarşizm ve nihilizm dolu yolculuklarında adeta aksiyon filmlerinin en abartılı olabilecek düzeyde kurgulanmış kahramanlarını yan yana ilerlerken izliyoruz.

Kitapta, "Kayra'nın Yolu" bölümünde, Kayra'nın ünlü bir silah kaçakçısını dolandırışını okuyoruz. Fakat silah dolandırıcısı köstebek bir kadın sayesinde durumu öğrenip, Kayra'yı yakalıyor. Silahlarını çalan ve satıp 2 milyon doları elde etmek isteyen Kayra'yı, bir şartla affedeceğini söylüyor ve Kayra'yı, eski bir düşmanını öldürmesi için tetikçi olmaya ikna ediyor. Eğer bunu başarırsa, kendisini dolandırarak elde etmeyi amaçladığı parayı da vereceğini söylüyor. Kayra görevi yapıyor bir başına ve ultra güvenlikli silah kaçakçısının yanına gidip hak ettiği parayı alıyor. Fakat burada, silah kaçakçısının bu parayı Kayra'ya gerçekten vermesi; onu öldürmemesi inanılmaz tutarsız geliyor. Kayra, parayı alıp elini kolunu sallayarak gidiyor. Ünlü bir silah kaçakçısı ve katilin buna izin vermesi inanılmaz geliyor kulağa. Bu ve benzeri çok fazla şanslı zamanları var hem Kayra'nın; hem de Kinyas'ın.

Kitap, "Kinyas, Kayra ve Hayat", "Kayra'nın Yolu", "Kinyas'ın Yolu" olmak üzere üç bölümden oluşuyor ve 567 sayfa. Hakan Günday tarafından lise 2 zamanlarında yazmaya başlanıp, 8 sene gibi bir zamanda bitirilmesi, yazarın yazı dilinde ve düşün dünyasında meydana gelen değişimleri gözlememize de yardımcı oluyor. Bu yüzden de kitap çok iddialı başlayıp, biraz da sönük sonlandırıldığını söyleyebilirim.

18 Ocak 2012 Çarşamba

Ego

Montaque Dawson
"The Glory of the Seas"

Thou rising Sun! thou blue rejoicing Sky!
Yea! every thing that is and will be free!
Bear witness for me, whereso'er ye be,
With what deep worship I have still adored
The spirit of divinest Liberty.
                                                                        Samuel Taylor Coleridge


Bu dünyayı ben yarattım. Dağları, ovaları, denizleri, her bahar açan çiçekleri ben var ettim. Yıldızları, gezegenleri, sevgiyi, ihaneti, acıyı, dayanma gücünü ben bildim. Konuşabiliyorsanız bugün, sevgi sözcükleri, nefret sözcükleri sarf edebiliyorsanız, öğrenebiliyorsanız, duyabiliyorsanız hepsi benim sayemde. O yüzden kudretimi küçümseyemezsiniz. Beni yok edemezsiniz. Çünkü, ben yitersem, siz zaten zayi olacaksınız...

15. yüzyılda yaşamış iki denizcinin hikayesi bu... Açık denizlerde yol alan bir kalyondaydılar. Yeni dünyaları keşfe çıkmışlardı. Günlerce kürek çektiler. Kara bahtlarının bodoslama çarptığı o günlerde korsanların saldırısına uğrayan kalyonlarından yalnızca ikisi sağ kurtulabildi ve sahip oldukları değerli ne varsa alındı ellerinden ve talan edildi. Yalnız sintinede saklanan o iki denizci dışında, mürettebattan eser kalmadı.

Dağılan ve parçalanan mendirekleri ve kürekleriyle haftalarca maviliklerin içinde oraya buraya savruldular. Birkaç şişe sağ kalan rom ile idare ediyorlardı. Birbirlerinden başka sığınabilecekleri hiçbir liman göremediler. Sanki onlar korsanlarla mücadeleye girmişken, dünya da bir felakete uğramıştı ve kara parçası namına varsa sular altında kalmıştı. Sanki, dünya üzerinde yaşayan varlıklar, yalnız bu iki denizciden ibaretti...

Yeryüzünün ilk insanları gibi kucaklaştılar; günlerce balık ve rom eşliğinde hikayeler anlattılar birbirlerine. İlk defa iki insan bu kadar birbirine yaklaşmıştı. Bir insanın, bir diğerini tam manasıyla anlamasına ilk defa bu kadar ramak kalmıştı yeryüzünün karanlık tarihinde. Ama rom da, ateş için malzeme de her geçen gün azalmıştı ve çakırkeyfliklerinden ileri gelen memnuniyetleri bu acı gerçekle yüzleştiklerinde soğuk kasırgalara bırakmıştı yerini.

Günlerden bir gün, iki denizciden daha sarhoş olanı elinde şişesiyle geminin kıç tarafında demleniyordu. Bir diğeri ise, çoktan onu ortadan kaldırmanın planlarını yapmıştı. Kılıcını sarhoş denizcinin ince uzun boynuna uzattığında güneş tam tepedeydi ve sarhoş denizcinin gözlerini alıyordu, ayaktaki biçimsiz suratın arkasından sızan güneş ışıkları... Şişesini gökyüzüne kaldırdı. Yarım şişe rom ve denizin dalgalanması durmuştu o anda. Fakat dünya üzerinde geriye ne kaldıysa dalgalanmaya başlamıştı. Kalyondan geriye kalan ne varsa çatırdamaya başlamıştı. Renkler birbirinin içinde yüzüyor gibiydi; sarhoşluğu yeryüzüne geçmişti denizcinin.

Ve ayaktaki suratın kapattığı güneşin gölgesi, yavaş yavaş tüm manzarayı karartmaya başladı. Zifir karanlığa teslim oluyordu her şey. Yeryüzünün sarhoş tanrısı ölüyordu...

17 Ocak 2012 Salı

Değer Kavramı 2

View of Paris from Vincent's Room in the Rue Lepic
Paris: Spring, 1887
"İnsan, tutkularını yenerek Tanrıya yaklaşır".  Baruch Spinoza
Değer kavramı bir çok iktisatçı ve filozof tarafından da ele alınmıştır. Bunlardan biri Adam Smith der ki; "Güneşin altında tenini ısıtan bir dilenci ile, daha çok tüketmek, daha pahalı ürünler kullanabilmek için zamanını harcayan, emeğini tüketen bir çalışan arasında değer bakımından ilişki kuramıyorum". Yani ve dolayısıyla, çalışma ve elde edilen kazanç arasında değer ilişkisi kurmak oldukça zor. Ayrıca, çok kısa zamanda değer kaybeden teknolojik ürünlerin en iyilerine sahip olabilmek için sürekli ve devamlı bir yarışa girerek, en iyi ve en kullanışlıya sahip olabilmeyi amaçlamak ne kadar rasyonel bir davranıştır; bunu kestirmek zor.

İnsanların, birbirlerine bakarak bu yarışa girmeye ve hayata tutunmaya çalıştıklarını da fark etmek güç değil elbette. İnsanın aklında bu adaptasyon vardır mesela. Bulunduğu ortamın koşullarını öğrenip, kabullendikten sonra mücadeleye girmek. Mesela, şu anda edinimi açısından hiçbir sorun bulunmayan içme suyu için bir kıtlık baş gösterseydi; insanlar zihinlerini içme suyu bulabilme amacına güdüleyeceklerdi. İnsanların aklını ve fikrini dolduran bir problem olacaktı bu kıtlık; zamanımızdan çalacaktı. Fakat şu anda böyle bir derdimiz neredeyse hiç yok. Fakat bir gün üçüncü dünya ülkelerinde yaşamak durumunda olursak bu yarışın ne kadar zihinlerimizi meşgul ettiğini fark edebileceğiz. Dolayısıyla, çevre koşulları insanı belirli şekilde düşünmeye zorlayan durumlar yaratmaktadır. O yüzden, her çağın, her bölgenin farklı farklı sorunları ve bunlara çözüm arayışları mevzu bahis. Halbuki içecek su bulmak, kafamızı sokabilecek bir çatının sahibi olmak, her insan kadar gezebilmek, birçok deneyimi tatmış olmak aslında ne o kadar önemlidir, ne de yaşanacak ideal bir hayatın yol haritasıdır.

Rönesans dönemini yaşayan Avrupa'yı ve saraylarda gününü gün eden aristokratları düşündükçe bu fikri daha iyi canlandırabiliyorum gözümde. Yeni çağ Avrupa'sının burjuvazisinde, kadınların aksırması bir nezaket biçimi olarak algılandığından enfiye çekiyorlarmış mesela. Aşırı abartılı ve süslü kıyafetler, fraklar ve korsenin önemli olduğu bu zaman diliminde, vals'e, tebaa gücüne ve daha ilerleyen dönemde müziğe ve sanata önem verenler entelektüel tabakayı oluşturmuş. Şimdi ise bu yaşantı biçimi form değiştirmiş durumda. O zamanlarda önemli olan, yaşam kalitesini belirleyen tutum ve davranışlar biçim değiştirdi. Peki, o zamanın prens ve prenses olma hayali kuran insancıklarına ne oldu? Onlar da aynı şekilde, yalnızca çağının (çağımızın) gereklerini yerine getirme güdüsüyle hayallerini bugünlere taşıdı. Yalnızca yaşanan hayatın ve hayatımızı dolduran şeylerin sıradanlığı ve kısıtlılığı değişmedi. Sınırlı bir hayatı doyasıya yaşamaya çalışan, saray davetlerinin veya şimdinin televizyon şovlarının illüzyonu etkisinde yaşayan, tabiri caizse; "bugünün insanları"... İnsanlar, Oğuz Atay'ın da dediği gibi hayatın durağanlığına kendilerini kaptırmış ve uyuşmuş durumda. 

Yapılan işlerin niteliğine bakalım mesela; bundan yalnızca bir asır öncesine kadar, potansiyel bir futbol yeteneği olarak yaşayıp ölenlerin bu yeteneklerini gösterebilecekleri sahalar olmadığı için hiçbir değeri yoktu. Bugünün dünyasında bile kayıp yetenekler vardır elbette. Ama şu da bir gerçek ki, bugünün dünyasında futbol yeteneği olmak değer ve saygı gören bir uğraş. Belki yüzyıllar sonra bu hiç olmayacak. Ya da değer gören sportif faaliyetler form değiştirecek yine. Finans alanına bakalım mesela; yalnızca son 60 yıldır gerçekten bir değere sahip olabilmiş bir alan bu. Serbest piyasanın olmadığı bir dünyada, finans teoremleriyle uğraşmak o kadar anlamsız olur ki! Bugün saygı duyulan bir iş alanı olmasını bırakın, bu dalda yapılan geliştirmeler umursanmaz olurdu. Fakat günümüz dünyasında, siyasi kararları, söylemleri, hatta hayatımızın tüm gidişatını etkileyen bir finansal dünyadan bahsediyoruz. 

Ama futbol endüstrisi, finans dünyası veya yazarlık, gazetecilik, hatta sanatın ve müziğin tüm dalları gibi hemen her şeyin ve bu her şeyi geliştirmek ve katma değer yaratmak için yapılan uğraşların bugünün dünyasında yaşamaktan başka bir şey olmadığını belirtmek isterim. Tüm uğraşlarımız yalnızca bugünün dünyasında kesin ve mutlak bir değer sahibidir. Gelecek, neleri süpürecek ve nelere değer vermeye devam edecek bilemeyiz veya önceden kestiremeyiz.

Bu yüzden de, hayatımızın odak noktasına koyduğumuz iş ve uğraşların saçmalığı ve değersizliğini fark etmeliyiz bana kalırsa. En güzel bir sanat eseri bile, bir insanın kendi hayal aleminden veya duygu deryasından yeni ve güzel bir şey fark etmesi kadar değerli ve insancıl olamaz bana kalırsa.

11 Ocak 2012 Çarşamba

Nokta ve Çizgi 2 (Matematik Dünyası)

View of Arles with Irises in the Foreground
Arles: May, 1888
"Unfortunately, the world has not been designed for the convenience of mathematicians. Contrary to popular opinion, mathematics is about simplifying life, not complicating it".   
                                                                                        Benoit Mandelbrot 


Biri bana Matematik Nedir? diye sorsa, elime bir kalem alıp, boş bir kağıda bir çizgi çizerim yalnızca. Matematik, herhangi bir kağıda çizilen, herhangi  bir düz çizgiden ibarettir. Evet, bütün matematik bu sıradan çizgidir işte. Ve şunu da eklerim; "Matematiği gerçekten anlamak istiyorsan, bu kağıda bir başka çizgi çizmeden önce, halihazırda çizmiş olduğum bu çizgi kaç noktadan oluşuyor diye düşünmelisin". Çünkü, matematiğin özünde, sayısız noktadan oluşan düz bir çizginin soyutluğu vardır. Bu yüzden de matematik soyut olarak nitelendirilir. Çizdiğimiz, bir çizgide ne kadar nokta olabileceğini hesaplayamayacağımız için... Bu soyut aklın bir mucizesidir. İnsanın çizdiği o çizgi, dünyanın ortasından geçtiğini varsaydığımız ekvator gibi bize rehberlik eden, sonsuzluğun hediyesi bir mucizedir. 

Şöyle düşünelim; bir insan sınırsız genişlikte bir renkler dünyasında, yalnızca çok büyük ton farklarının arasındaki geçişleri algılayabilir. Yani, bir gökkuşağında, bir renkten diğerine geçerken sayısız rengin bu geçişte olduğunu biliriz ama bunu çıplak gözle fark etmemiz mümkün değildir. Mesela kulaklarımız; yalnızca belirli frekanstaki sesleri işitebilir. Bunun altında veya üstünde kalan sesleri algılamamız mümkün değil. Yani sonsuz noktalardan oluşan kümeler içinde, algılarımız bize çok sınırlı bir demet sunmaktadır. Beyaz bir ışığı kıran prizma gibidir insan bu yüzden. Işık prizmadan kırıldıktan sonra, birkaç renge ayrılır ve insan bu renkleri ancak ana hatlarıyla bilir.

Bu yüzden noktayı da göremiyoruz ama çizgiyi, sayısız noktanın (Carl Sagan'ın deyimiyle milyarlarca ve milyarlarca) birleşmesiyle oluştuktan sonra algılayabiliyoruz ancak. Yeri gelmişken söylemeliyim; bir çizginin sayısız noktadan oluşması "Cantor tozu" yapısından oluşan Cantor dizisi teoremini destekler esasen. Cantor dizisini oluşturmak için L uzunluğunda bir doğru parçası alınır. Doğru parçasının ortadaki üçte birlik kısmı silinir. Artık L/3 uzunluğunda 2 adet doğru parçası vardır. Bu doğru parçalarının da ortadaki üçte birlik kısımları çıkarılır ve bu işlem sonsuza kadar tekrarlanırsa elde edilen yapının adı Cantor Tozudur. Bu tozun koordinatları bir Cantor dizisi oluşturur. Cantor Tozu sonsuz adet noktadan oluşur; ama toplam uzunluğu sıfırdır. Toplam uzunluğu sıfır olan bir şeyden, çizgiyi yani, "1"i elde ettik ve artık Matematik başlamış oldu.

Bir çizginin özünü oluşturan, noktaları bıraktığımızda bildiğimiz ve anladığımız soyut Matematik dünyasına geçiş yaparız. Artık sonsuzluğu elimize almış ve hafızamızın uç noktalarında sonsuzluğu eğip bükmeye başlarız. Örneğin, matematikte çarpma işleminin sembolü X'i düşünelim. Tüm çarpım işlemlerinin özünü içeren basitleştirilmiş bir ifade ve semboldür bu. Bildiğiniz gibi iki düz çizginin çaprazlama kesişim noktasını düşündüğümüzde yalnızca bir kesişim noktası vardır ve bu "1"dir. Yani "tek çizgi çarpım tek çizgi" eşittir 1. Daha sonra çarpım işlemini oluşturacak işlemlerin basamak sayısını da, aynı "x" sembolüne sadık kalarak artırabilir ve işlemi genişletebiliriz. Bunu daha iyi kavramak için;


Bu çarpma işlemi ile matematik dünyasına daha da derinlemesine girmiş oluyoruz. Tabii, bu işlemi yaparken fark edeceğimiz üzere, 10'luk sayma sistemini kullandığımız için artan basamağı soluna devir ediyoruz. Buradan da bildiğimiz "mod" hesaplarına geçiş yapmış oluruz. Eğer basamak sistemi olarak Romen rakamlarını kullansaydık veya saatlerde kullandığımız gibi 12'lik sistemi kullanarak devam etseydik, matematik mantığı daha değişik olacaktı. Bu yalnızca 10 rakamla ifade edilen sayma sisteminin tercihinin getirdiği bir sonuç.

Şimdi belirli bir düzlem üzerinde birbirleri ile kesişimleri olan veya olmayan düz çizgileri düşünelim. Bunların uzayda; aklımızda kurduğumuz uzayda yer kapladığını düşünürüz. İlk düşüncelerimizde hacimsiz olan çizgileri, yalnızca eğip bükerek (aklımız, gündelik yaşamda gördüğümüz biçimleri taklit etmektedir) geometri dünyasına geçiş yaparız. Eğer bu geometrik şekillerin belirli koordinatları olduğunu düşünmeye başlarsak buradan "analitik geometri"ye geçeriz. Bunların yerine düz çizgileri eğip bükerek oluşturduğumuz çemberlerin veya parabolik diğer çizgilerin meydana getirdiği alanların ölçümünü yapmak istediğimizde, belirli bir fonksiyona göre (fonksiyonlar) çizilmiş doğrunun her bir birimine tekabül eden eğimine göre, yatay veya düz çizgiler çizerek onun türevini ve integralini bulmuş oluruz aslında. Daha sonra çizdiğimiz çizgilerin oluşturduğu şekillerin bir alan sahibi olduğunu da düşünerek boyutları artırmış da oluruz. Dolayısıyla ilk çizgiyi çizdiğimiz andan sonra gelen ve yaşadığımız dünyaya bakarak, taklit etmeler ve akıl yürütmelerle oluşturulan Matematik aslında kolaydır ve tüm matematik evrenine açılan pencereleri görmemizi sağlar. O yüzden matematik bana göre, ilk soyut ve sonsuz noktadan oluşan çizgiden sonra var olmuştur.

Bu soyutluk ve sonsuzluk daha sonra Benoit Mandelbrot'nun da farkına varacağı şu sorunun doğmasına ve tabiri caizse, kaotik dünyamıza geri dönmemize neden olan sorunun çıkışına neden olmuştur; "İngiltere kıyılarının gerçek uzunluğu ne kadardır?" Çünkü uzaydan bakıldığında, İngiltere'nin kıyılarını ana hatlarıyla belki göreceğiz ve kesin bir ölçüm yapamayacağız. Daha sonra giderek dünyaya yaklaştığımızı düşünelim. İngiltere'ye her yaklaştığımızda; kıyılarının detayı artacak ve her seferinde kıyı uzunluğu azalarak artacak ve sonunda bir iplikle hatta mikroskobik ölçümlerle kıyı uzunluğunu hesapladığımızı düşünelim. Artık, İngiltere'nin kıyı uzunluğu sonsuza yakınsayacak.

Benoit Mandelbrot bu geçişleri ve zoom'ları pürüzlülük kat sayısı olarak nitelendirmiş ve oluşturulan fraktal bilgisayar programlarına bu katsayıların yaklaşık değerlerini girerek, kaotik dünyamızdaki dağ, tepe benzeri oluşumlara daha çok yaklaşmıştır. Buradaki aslı durumun; çizginin soyutluğundan, onun noktalardan oluşan sonsuzluğuna yaklaşma amacı olduğunu fark etmemiz gerekir. Bir çeşit, soyutluktan somut dünyaya adım atma gayretidir bu...

Bu yüzden ne aklın oluşturduğu soyut Matematik dünyasını anlamak çok zordur; ne de noktalardan oluşan sonsuz evreni. Biz bu evrenin içinde, yalnızca belirli renkleri görebilen, bazı sesleri duyabilen ve nihayetinde aklımızla da bir yere kadar görüp kavrayabilen mahluklarız. Voltaire buna, "Bourns Humain D'el Spirit" yani, "İnsan Zekasının Sınırları" diyor. Aklımızın dışında kalan tüm soyut evren, bizim için tahmin ve taklit edilmiş bir düş aleminden başka bir şey değildir...

7 Ocak 2012 Cumartesi

Nokta ve Çizgi

Starry Night
France: June, 1889
Hayat bir şey değildir. İtinayla yaşayınız.
Zamanımdan ayrılamayacağımı anlayınca, onunla birleşmeye karar verdim.
Hepimiz öleceğimize göre, ne zaman ve nasıl olduğunun önemsizliği meydandadır. 
                                                                                             Albert Camus
Nokta ve çizgi gibidir aklın gördüğü. Çizginin noktayı arayışıdır, yaşamak. Düz bir çizgi kaç noktadan oluşur? Sonsuz mu... Öyleyse bir nokta neyi ifade eder? Hiçliği mi... Çizgi var, noktayı da düşünebilirim ama çizginin içindeki noktayı bilemem. Düz bir çizginin içindeki nokta sayısı benim aklımın çok ötesindedir; varlığından emin olduğum bir hiçlik gibi...

İnsanların belirli standartlarda bir hayat tutturmaya çalışmaları ise ayrıca hayret verici. Standart bir yaşamın unsuru olmaya çalışmak, tarih boyunca çok önemli oldu. Önemli yerlere gelmeye çalışmaktan tutalım da, ahlaki ve etik değerlerden sapmadan ve bunlara tam uyumlu yaşamak düşüncesine kadar; hatta düğünü ve ölümü bir sınır bilip bunlar için törenler düzenlemeye değin yapageldiğimiz tuhaf alışkanlıklar.

Halbuki, bir insanın, herhangi bir insanın yaşaması değersizdir; hayatı önemsizdir. İnsan yaşar ve ölür; bu çok sade bir gelişmedir. Hiçbir insanın hayatı kıymetli değildir. Ama ne olursa olsun, bir çizgide yürümeye çalışmaya zorlanıyor insan. Sanki, yaşlanmadan ölmek acayipmiş gibi. Hiç de değil... Burada ölümü arzulamak düşüncesi de yok; bu insanın hayatının basitliğinden başka bir şey değil. Yapmaman gereken bir şeyi yaptın ve öldün; bu kadar sade bir gelişme bu dünya tarihi için. Bir insanın ölümünün veya sevinçlerinin törenselleştirilmesi bu yüzden anlamsızdır. Bazıları bunu "hayvanlaşma" olarak nitelendirebilir ama ben buna "insanın özüne dönüşü" diyorum.

Yüzyıllar boyunca birbirimizi yedik durduk. Son birkaç yüzyıldır da ahlak mümessilleri kesildik; "dünyaya hükmeden yaratıklar; medeniyet; hümanizm" ve diğer tüm kavramlarımızla. Bir sinerji yakaladığımızı inkar edemem ama her insan; vahşetini ve zulmünü içinde saklıyor yaşamı boyunca. Dünyada ilerlemenin yolu olarak benimsenen de bu oldu. İnsanları sınırları çizilmiş kümeslerde kavramlarla, değerlerle oyalamak ve bunu yaparken de, dünyanın tüm kaynaklarının sınırlarını zorlayarak bilginin en derinine ulaşmak; insan zekasının sınırlarını zorlamak. Mesela; çocuklar aptaldır; büyükleri eğlendirir. Kafalarının içinin boş olduğunu biliriz; yanlarında ne konuşursak konuşalım; özellikle çok küçük yaşlarında iken, hiçbir şey anlamazlar; hatta aptal aptal gülümserler. Yanlarında rahatça ve samimiyetle cinayet planlarınızı bile anlatabilirsiniz. Bu derece yorumlama, ilişkilendirme ve mantık kurma yetkinliklerinden yoksundurlar. Büyük insanlar da birer çocuk gibidir bu açıdan. Ellerine daha farklı oyuncaklar verirsin oyalanmaları için; sabah akşam tüketmenin ve farklı şeyler deneyip görmenin, okumanın, hissetmenin ayırdına vararak ömürlerini tüketirler. Her ölümün; birikimi sıfırlaması da, "yönetenler" açısından büyük rahatlıktır. Çünkü, aynı oyuncaklarla yeni gelenleri de oyalayabilirsin. Onları izlerken, onların çocuklarını izleyip eğlendikleri gibi eğlenirsin de. Üstelik bu yaşamaktan da gayet memnundurlar.

Aklı başında olduğunu düşünen anarşistler, nihilistler ve tüm dünya sanatçıları da bir şekilde insanın varoluşuna zıt yönlerini analiz ederler veya eleştirirler. Fakat yaşadığımız hayatı değiştirme noktasındaki çabalarımızın ve öz benliğe öz benliğe geri dönüş vurgusu yapan hareketlerin ne kadar anlamlı olduğunu da bilemiyorum. Bu noktada anarşistlerden ve diğer başkaldıranlardan ayrıldığımı düşünüyorum. Çünkü, hiçbir gerçek, gerçek, -gerçek insan kimliği dahi olsa- bana değerli gelmiyor. Bu yaşadığımız hayat, birileri tarafından uyutuluyorsak bile bir mucizedir. İnsanın özünde köpek gibi havlamak ve gerektiğinde zarar verici dalaşmalar da bulunmak olsa bile bu geri dönüşü arzulamıyorum. Ya da öncelikle derinlemesine düşünülmesi, detaylandırılması gerektiğine inanıyorum. Kompleks zekamızın nimeti etkileşim ve öğrenme fonksiyonları ile birarada yaşamayı öğrendik. Gerçek duygularımızı zincire vurmuş olsak bile, istediğimiz gibi sonlandıracağımız bir hayat var önümüzde. Bu, Albert Camus'nun, her şeye, tüm o saçmalığına ve absürdlüğüne rağmen hayat yaşamaya değerdir" mantığını temel alan "saçma" felsefesine yaklaşıyor.

İngiltere kıyıları, sayısız noktadan oluşan sınırsız uzunlukta olabilir; ahlak ve erdem bizim uydurduğumuz masallardan ibaret de olabilir; yönetiliyor ve harcanıyor da olabiliriz; insanın kendisi bir kibrit alevi gibi kısa sürede sönecek bir enerji de olabilir; karanlık tüm ihtişamıyla bizi yutmayı bekliyordur belki ama yine de kuralların, kanunların, etik, ahlak, erdem ve duyguların, ideolojilerin ve efsanelerin "saçma" olduğunu bilerek yaşamak bireyin en büyük zaferidir bana göre. Yaşamak anlamsızdır belki ama bu eski filmi yine de izlemeye değer diye düşünüyorum...

4 Ocak 2012 Çarşamba

Değer Kavramı - Vasatistan / Aşıristan

Wheat Field with Reaper and Sun
Saint-Rémy: June - late in month, 1889
"Gerçeği aramak, onu elde etmekten daha kıymetlidir". Albert Einstein
Değer kavramı, üzerinde en çok tartışılabilecek, bununla birlikte bir sonuca bağlanması da en güç konulardan biri. Bunun temel nedeni, bu kavramı rasyonelleştirme çabalarının verimsizliğidir. Çünkü, herhangi bir kişiye, nesneye, düşünceye veya kavrama atfettiğimiz değer onu ne ölçüde karşılıyor, bilemeyiz. Verdiğimiz bu değer oldukça kişiseldir ve her zaman eleştirilebilir ve hiçbir zaman genel geçer de olamaz.

Sistematik bir yorum olabilmesi açısından, öncelikle Nassim Nicholas Taleb'in, "Siyah Kuğu" adlı kitabında değindiği "aşıristan" ve "vasatistan" kavramlarını açıklamak isterim. Aşıristan; fiyatlardan, ücretlerden oluşan değerler dünyasını niteliyor. Mesela; bir medya şahsiyeti veya ünlü bir sporcu milyon dolarlar kazanabilirken, sıradan bir ücretlinin işi onun bu değerlere ulaşmasına engel oluyor. Bu nedenle Taleb diyor ki; kapasite ve zaman sınırı olan işlerde çalışmayın. Örneğin bir restoran sahibi iseniz; kazancınızın daima bir üst sınırı vardır. Ne yaparsanız yapın masa sayısının doluluk oranına göre kazanabilirsiniz. Ayrıca, emeğinizin de bir üst sınırı vardır zoraki olarak. Ama bir portföy yöneticisi iseniz örneğin; sahip olduğunuz kazancın rakamları daha geniş bir bant arasında dalgalanır. Ama aşıristan'ın bir sakıncası da vardır; o da genelde kazananın her şeyi almasıdır. Mesela benzer müzikler yapan iki rock grubunun albümlerini almayı düşünen tüketiciler, popüler olan grubu, aynı fiyat tarifesi olmasına rağmen, popüler olmayana göre ezici bir üstünlükle tercih etmektedir.

"Vasatistan" ise, dar bir bant aralığında salınım gösterebilen dünyayı ifade eder. Örneğin, boy-kilo gibi fiziksel özellikler. Bir insanın 3 metre olmasını bekleyemeyiz. İnsan denen varlık çok büyük bir olaslıkla -neredeyse yüzde yüz- 2,5 metre'den kısadır. 500 kilo insan da bulamazsınız. İnsanlar eskiden, bu vasatistan dünyasında öne çıkmaya çalışırlardı. Örneğin olimpiyat yarışmacılarını ele alalım. 100 metreyi, bu şartlar altında 5 saniyede koşan bir atlet asla olamaz. Rekor kırılabilecek bile olsa bu milisaniyelerle ölçülecek cinstendir. Bir haltercinin kaldıracağı ağırlık sayısı 1 tona ulaşamaz. Böylece vasatistan, insanın sınırlı fiziksel özellikleriyle ön plana çıkmaya çalıştığı heyecansız bir dünyadır.

O yüzden modernizme geçen dünyada; vasatistan'dan aşıristan'a bir geçiş oldu. İnsanlar bugün, ellerinde hiç olmayan, miktarla bile değerler yaratıyor. Şirketlerin cazibesi de budur işte. "20. yüzyılın dini hukuktur" diyen Şeytan Al Pacino'nun parmak bastığı nokta da budur işte. Bugün dünyada toprak fetihleri değil, uluslararası şirketlerle değer transferi yapılıyor. Bugün bir ülkenin yüzölçümü ve toprak zenginliği, madenleri hatta tarihi eserleri bile önemli değildir. Artık şirketlerin bu değerlere hükmettiği bir dünyada yaşıyoruz.

Bir defa düşünün, 10 yılda milyarlarca dolar elde etmiş bir "google" projesi var. Sahipleri Larry Page ve Sergey Brin, bugün dünyanın en zenginleri listesinde başa oynuyorlar ve bu zenginliklerini hiçbir mirasa sahip olmadan, 10 yıllık bir proje ile gerçekleştirdiler. Bu herhangi bir savaştan çok daha karlı bir yatırım. Hiçbir yakın savaş bu kazancı sağlayamaz. Şirket olmanın gücüdür bu. Vasatistan dünyasından çıkıp, rakam ve istatisklerin, soyut bir dünyada inanılmaz dalgalandığı aşıristan dünyasına geçiştir bu. Bir şirket, bir devletten daha küçük, daha esnek, daha kontrolcü bir yapıdır. Irak'a giren ABD'nin, Hindistan'da ve diğer uzak doğu ülkelerinde fason üretim birimleri kuran Avrupa devletlerinin de temel amacı budur; "sınırlarınız sizin olsun; içindekileri ben yönettikten sonra"... 21. yüzyılda fetihler, değer yaratan her şeyin hissesini elinde bulundurmaktan geçiyor yani.

Üçüncü dünya ülkelerinin uyutulan halkları ucuz milliyetçilikle ve sınır kavgalarıyla boğuşa dursun; gerçek yöneticiler, gerçek fetihin önünü açmış durumda.

1 Ocak 2012 Pazar

İnsan Doğası

Thatched Cottages by a Hill
Auvers-sur-Oise: July, 1890
"Bence, şeytan diye bir şey gerçekte yoksa, kişioğlu uydurmuşsa onu, kendine bakarak, kendisini örnek alarak uydurmuştur".  
                                    Fiyodor Dostoyevski / Karamazov Kardeşler
"Ben hasta bir adamım... Gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben. Sanıyorum, karaciğerimden hastayım. Doğrusunu isterseniz, ne hastalığımdan anladığım var, ne de neremin ağrıdığını tam olarak biliyorum".
                                         Fiyodor Dostoyevski / Yeraltından Notlar 
"Her gün yan yana oturmak kolay iş değildir. Birbirinin iyi yanlarından zevk alıp kötü yanlarına kızmamak için büyük bir yaşama deneyimi, akıl olgunluğu ve insan sevgisi gerektir.
                                                                                İvan Gonçarov / Oblomov

Bir banka şubesine girip, "bana 1000 lira verin; gidip sevgilime hediye almam gerekiyor" diyemezsiniz. Bunu bir soygun niteliğinde gerçekleşmesinden de bahsetmiyorum; tamamen sıradan ve sakin bir istekle bu parayı talep ettiğinizi varsayın. Veya herhangi bir toplu taşıma aracının boş koltuğuna sırf canınız öyle istedi diye oturamazsınız. Ya da herhangi bir zamanda kafanıza öyle estiği için herhangi bir dersliğe girip merakınızı uyandıran bir konuyu dinleyemezsiniz. Bir de şöyle düşünelim; herhangi bir insanın özel mülkiyetini veya kazanılmış haklarını ihlal etmiyorsunuz da, ne bileyim öylesine bir karar alıp; seyahat ücretini de ödemenize rağmen, kafanızın estiği ülkenin turistik bölgesine gidemezsiniz. Basitçe söylemek gerekirse, düzeni sağlamaya çalışan kurallarıni kanunların neticesi bunlar. Bu düzeni bozmaya çalışmak da "anarşizm" olarak nitelendirilir.

Peki bu kurallar ne zamandan beri var? Mesela yaklaşık kaç yıldır; vizesiz ve pasaportsuz seyahat edemiyoruz? Kaç yüzyıldır insanların mülkiyeti ve bu mülkiyetlerini tanıyan hakları var? Peki, bir insanın kurallara uymamasının neticesinde katlanması gereken cezaların ve yükümlülüklerin varlığı, bu bilincin insanlara yerleştirilmesi neticesinde sağlanan düzen ortamının dışında, bir şeyi yapmasına engel olabilecek doğal bir kişiliği olabilir mi? Dinden, ahlaktan, etikten ve yaptırımla neticelenecek kural ihlallerinden uzak olan bir insan topluluğu düzen içinde yaşayabilir mi?

Bu soruların cevabına şuradan varalım. İnsanoğlu nekrofili (ölüye karşı duyulan cinsel eğilim) psikolojisinde olabilen tek canlı grubu. Yani, bir fare bile onca pislik içinde yüzmesine rağmen, asla ölü insan kadar iğrenç olamaz. Ya da Aztekleri örnek verelim; 16. ve 18. yüzyıllar arasında, bugünkü Meksika topraklarında yaklaşık 13 milyon nüfuslu büyük bir uygarlık olan Aztekler; yalnızca Tanrı'lara adak ayinlerinde 80.000 insanın göğsünü yarıp, atan kalbini yerinden çıkarmışlardır. Yamyamlık yine insan ırkında görülmüş bir yaşam biçimidir.

Bunları, insanın aslında ne kadar tehlikeli olduğunu göstermek için anlatıyorum. Yazının icadından sonra geçen 4000 senenin üstündeki zaman diliminde yalnızca 100 sene zarfında hiç savaş olmamış dünya üzerinde. Bizim, insan olarak hesaplarımız, düşüncelerimiz veya genetik programımız sandığımızın çok ötesinde. Bu yüzden fraklar giyip davetlere giden kibar beyefendiler bana çok komik geliyor. İnsanın kendisin dizginlemesi veya "İyi Çoban"lar tarafından, devletler ve bilgin yöneticiler tarafından hizaya sokulması elbette önemli bir olaydır. Ama insanın gerçekte böyle olabileceğine inanmak gerçekten saflıktır.

Bir insan, eğitilmiş bir aslan gibidir. Bir aslanı ne kadar eğitmiş olursanız olun, şov esnasında aç değilse, ateş çemberlerinin içinden atlamayacaktır. Çünkü, bir aslanın doğasında, ateş çemberlerinin içinden atlamak; sahibinin komutuna göre oturmak yoktur. Öğretilmiş bir davranışı, izleyecileri eğlendirilen bir palyaçoluktan başka bir şey değildir. Vahşi bir hayvanın dize gelmesi, insanları keyiflendirmiştir.

İnsanın hizaya gelmesi de, vahşi hayvanların hizaya gelmesi gibidir. Ahlaki değerler ile, düşüncelerimiz arasında hissettiğimiz uçurumun derinliğini fark ettiniz mi? Mesela, Dostoyevski okuyorum. Freudyen karakterleri daima buhranlar geçiriyor; örneğin; "Yer Altından Notlar" kitabının ana karakteri diyor ki; "Gününü gün eden, aynı okulda okuduğumuz, şimdinin yakışıklı bir subayı olan eski arkadaşımdan köşe bucak kaçıyorum. Onun yaşadığı hayatı kıskanıyorum. Onunla karşılaşsam, yüzüne gülümsemekten ve onu tebrik etmekten başka elimden bir şey gelmez". Ya da Ivan Gonçarov'un tembel ve bezgin Oblomov'unu düşünelim; henüz kitabın başında evine şık, çok iyi giyimli erkek arkadaşının misafir gelişini okuyoruz. Beyaz bir eldiven takıp, davetlerde aşk kovalayan bir adam bu. Oblomov'un çok dışında, bu dünyaya ait olmayan bir tiyatro karakteri bu adam; hatta neredeyse kendisinin zıttı diyebiliriz ve Oblomov'un hayatın akışına, tiyatrosuna karışamamasının sancısını okuyoruz kitabın devamında.

İşte, insanın kendisi olamamasının sancısıdır yazıya döktükleri. Sanat ve edebiyat da, bu sancılarla vücud buluyor aslında. Birbirini kemirmek isteyen insanoğlunun dayanılmaz iç çekişleri... Yaşamak, çoğu insan için çok geniş bir kumpanyaya dahil olabilmektir bu yüzden. Sadistlerin, manyakların, canilerin, delilerin tuhaf karşılanmasını da tuhaf buluyorum. İnsanın özünde, tam kalbinde çok büyük bir kötülük var bana göre. Yönlendirilebilir olmak, etkileşimi kuvvetli varlıklar olmak, yani biraz da koyun olmak ise birarada yaşayabilmek için en büyük avantajımız. 200 bin yıllık "homo sapiens" tarihinde, yalnızca son 200 yılda dünya nüfusunun 1 milyardan, 7 milyara fırlayarak yediye katlanması da bu yüzden ilgi çekici oluyor.

İnsanın içinde ve tarihinde koskocaman bir gölge, kapkaranlık bir leke olduğunu düşünüyorum.