Pages

20 Mart 2012 Salı

Küçük Burjuva Zihniyeti ve Ütopyalar

Rembrandt van Rijn - The Anatomy Lesson of Dr. Nicolaes Tulp

Roma’ya geldik,
Bana biraz kan veren
Sevimli bir amcanın yardımını gördük:
Bir idam mahkumu gibi yaşıyordum
Her zaman kafamda taşıdığım o düşünce
- Onursuzluk, işsizlik, yoksulluk.
Annem bir zaman hizmetçi olarak çalıştı
Ve ben bu hastalıktan kurtulamadım hiç.
Çünkü küçük burjuvayım ben,
Ve mozart gibi gülümseyemem ben…     Pier Paolo Pasolini


İlk defa, küresel ısınma konusunda bir videoda görmüştüm sıcak suya atılan kurbağa deneyini. Buna göre, eğer bir kurbağa, çok sıcak suya aniden bırakılırsa, suyun bulunduğu kaptan o anda dışarı sıçrıyor. Fakat, eğer kurbağanın bulunduğu ılık su yavaş yavaş ısıtılırsa, kurbağa bu değişikliği hissedemiyor ve su kaynayana ve hatta  ölene kadar suyun içinde kalmaya devam ediyor.

Yaşamak da tıpkı bu deneydeki gibi aslında. Zaman her geçen gün suyumuzu ısıtıyor ve biz ölüm anı gelene değin bunun farkına varamayacağız. Halbuki yaşlı bir insana sorsalar, nefes aldığı günler sayısının artması tek dileği olurdu. Yine de hayatı dolu dolu yaşamaya hiç çalışmadığımızı görmek de zor değil. Bu insan aklının ve zekasının sınırlarını göstermesi açısından da önemli.

Bir "reflection" olarak beynimizin algı yapısının bu denli zayıf olması bizi güçsüz kılıyor hayat karşısında. "Nasıl yaşamalı" sorusunun cevabını ararken, aslında nasıl da yaşayamadığımızı anlıyoruz. Yönetimi ve gücü elinde bulunduranlar da bunun farkında elbette. İnsanı kontrol edebilecek eşik düzeyine sahip bir medeniyeti insanlara ahlak ve etik kurallarla aşılayıp, istedikleri doğrultuda yönlendiriyorlar. Bu yüzden de gerçekten nasıl düşünmemiz gerektiğini bile bilemiyoruz. Bir insanın çocukluğunda aldığı eğitimle, istenilen biçime sokabileceklerini her yerde duyuruyorlar. Bunu bilmesine rağmen bir insan sahip olduğu ideolojileri, kavgaları ve davalarını neredeyse hiç düşünmeden; hiçbir akli veya vicdani temele oturtmaya çalışmadan veya hiçbir zaman kökten eleştirmeden yitip gidiyor.

Halbuki, bir insanın yaşayabileceği çok fazla düzen veya medeniyet biçimi bulunuyor. Bunların hepsi birer ütopya bizim için. Bir insan çok fazla dünya düzeni düşünebilir; aklında bunu yaşayabilir ama gerçekten de kendisini özgür kılacak; kuşkucu olmasına yarayacak o bireysel akıl özgürlüğüne ulaşması çok zor. Bu yüzdendir Oğuz Atay, Pier Paolo Pasolini, Jean-Paul Sartre ve Ingrid Bergman gibi sayısız yazar ve yönetmenlerin kıyasıya eleştirdiği bir küçük burjuva zihniyeti devam ediyor... Son olarak Pasoloni'den bir alıntı yapalım;

"Bu ilk iki-üç yılda tadı bambaşka bir dünyaya alıştım. Ağır sorumluluklarla vücudumu terbiye ettim. Tamamen duygulardan arınmış, vücuden güçlü olmam gereken bir dönemdi. Bir zamanlar duygusuz bulduğum için nefret ettiğim şarkılar gibi. Tamamen mekanik, Hristiyanlığın acıma ve yardım etme özelliklerinden arınmış, bencilliğin vuku bulduğu bir form. Kuzeyde, manevi değerlerin yerini sertlik, utanç, saygı, öfke gibi değerler aldı, içinizdeki sevgiden uzaklaşmak mümkündü. İnsan ilişkilerindeki dengeyi, etki-tepki kanunları almıştı. Tamamen irrasyonel, tutkularla yönlendirilmiş bu insanların yanında geçer akçe sadece fiziki güç ve sosyal statüydü."

5 Mart 2012 Pazartesi

Başkalarının Hayatları

Rembrandt van Rijn - The Philosopher in Meditation
"Ne yazık ki, birisi tecrübe kazandıkça, gençliğini kaybediyor".
                                                                           Vincent Van Gogh

Son yıllarda, internetin de yaygınlaşması ile, "başkalarının hayatları" ile artık daha fazla iç içeyiz. Neredeyse kendi yaşamlarımızla hiç ilgilenmez olduk. Varsa yoksa sonu gelmez bir imajinasyon takıntısı. En usta illüzyonistlere taş çıkartacak gösteriler bunlar. Günlük yaşantımızı ele geçiren, iğreti kılık kıyafetlerle caka satma çabalarının yerini, sosyal paylaşım platformlarında profil oluşturma gayreti aldı. "Tefekkür" denilen ve iç dünyamızı genişleten o zihinsel üretimler ve hayatı yorumlama gayretleri asgariye inmiş durumda.

Burada ne tefekkürü yücelteceğim, ne de illüzyonist profil canavarlarını yerin dibine sokacağım. Göstermek istediğim tek şey, insan aklının ve duygularının zaman karşısındaki çaresizliği. Hayata nasıl yaklaşırsak yaklaşalım; olayları hangi açıdan yorumlamaya gayret edersek edelim; içinde bulunduğumuz toplumu veya bırakın toplumu, kendimizi birey olarak değiştirme gayretleri bile sonuçsuz kalacaktır.

Çünkü biz ideolojiler hakkında düşünürken bile savaş halindeydik. Biz her zaman ikiye, üçe ve n'e bölünebilecek ve sonsuz gruplar uluşturup birbirini yiyebilecek toplumlarız. Bizim kendimizi tanımamız imkansız. Bu tıpkı, insanın bilemediğini bilmesi gibi bir şey. Ben özgürlüğümün sınırlarının çok geniş olduğunu bilebilirim ama oraya ulaşamayacağımı da bilmek elimdedir aynı zamanda. 

Birbirimize gerçek anlamda dokunamayız biz. Sabahattin Ali'nin, "Kürk Mantolu Madonna"da ifade ettiği gibi bir sınır var bizim için diğer başka şeylere dokunduğumuz anda hissedebileceğimiz. Bir refleksiyon olan aklımızın kusuru bu. Denizin dalgaları gibiyiz; coştukça yol aldığımızı sanıyoruz. Halbuki en çok gürleyen, en büyük dalgalarda bile hiçbir yere gitmez su molekülleri...

Şu günlerde, şu zaman diliminde kim ne yapmış derdindeyiz yalnızca. Başkalarının hayatlarını didikliyoruz. 900 milyon üyesi bulunan Facebook bunun tek başına kanıtı olabilir. İnsanlara öğütlenen ise şu; "hiçbir şeyi bilmene gerek yok; yalnızca yaptığın işi bil yeter" ve başkalarının hayatları yalnızca güzel bir kurguya sahip, alman yapımı bir filmin adı değildir...