Pages

27 Nisan 2012 Cuma

Özgürlüğe Dair 3 - Alın Yazısı

Wheat Field With Crows, July 1890
"Tüm duyarlı nesneler, aynı günde doğmuş benim gibi acı çeker, benim gibi ölürler. Kartal, ödlek kurbanı üstüne çullanmış, titreyen organları kanlı gagasıyla parçalar. Savaşın toz dumanında yuvarlanan adam, can çekişen arkadaşının kanıyla kanı karışmakta, Beklerken leş kargalarına yem olma sırasını. Evet, her kişide tüm dünya sızlanmakta. Hepsi ıstırap için doğmuş, birbirini yok etmekte. Peki, bu korkunç kaos ne için? Her birimizin acısı hepimize mutluluk mu dersin! Ne kutsanacak dünya, öyleyse!!!"
"Eğer Tanrı var olmasaydı, onu icat etmek gerekirdi."   Voltaire
"Kimse özgür olduğuna inanan birinden, daha iyi bir köle olamaz".
                                                    Johann Wolfgang von Goethe
Gerçekten de, "alınyazısı" diye nitelendirdiğimiz şeyin ne olduğunu, daha doğrusu ne anlamlara geldiğini biliyor muyuz? Özgürlük ile alakalı olması açısından bu konuyu da incelemeyi gerekli buluyorum. Ve bu konuda en yetkin cümleleri söyleyen kişinin, Voltaire olduğunu sanıyorum. Şu anda baskısı bulunmayan, "Felsefe Sözlüğü" kitabından, "alın yazısı" maddesinde yazdıklarını alıntılayarak yola çıkmak istiyorum.

"Bize kadar gelen kitaplardan en eskisi Homeros'tur; dinsiz antik çağın törelerini, kabasaba kahramanları, insan biçimine sokulmuş kabasaba tanrıları hep orada bulursunuz; ama felsefenin tohumları, hele tanrılara hükmeden alın yazısı fikri de yine oradadır.
İuppiter boşuna Hektor'u kurtarmak istiyor; alınyazılarına Hektor'la Akhilleus'un alınyazılarını teraziye vuruyor; Troialı'nın Yunanlı tarafından kesinlikle öldürülmesi gerektiğini görüyor; buna karşı gelemez; o andan itibaren de Hektor'un koruyucu meleği Apollon kendisini bırakır. Homeros da destanında, antik çağın sahip olduğu bir ayrıcalığa uyarak, çoğu kez ortaya birbirine taban tabana zıt fikirler atmaz demiyorum; ama sonunda, kendisinde alınyazısı kavramını bulduğumuz ilk adamdır o. Görülüyor ki bu kavram onun zamanında çok yaygın bir haldeymiş.
Küçük yahudi ulusunun içinde yaşayan Ferisiler, alınyazısını birkaç yüzyıl sonra kabul ettiler: çünkü, yahudiler arasında ilk okumuşlar olan bu Ferisiler, kendileri de çok yeniydiler. İskenderiye'de stoacıların (hazcılar) dogmalarından bir bölümünü eski yahudi fikirlerine karıştırdılar. Hatta ermiş Hieronimus mezheplerinin bizim takvimimizden pek eski olmadığını söyler.
Filozofların her şeyin değişmez yasalara boyun eğdiğine, her şeyin düzenlenmiş, her şeyin zorunlu bir sonuç olduğuna inanmaları için ne Homeros'a, ne de Ferisilere hiçbir zaman gereksinimi olmadı".
Voltaire'in alınyazısı kavramındaki açıklamaları, insan düşüncesindeki klasik kadercilik anlayışına, taban tabana zıt bir eleştirel bakış açısı geitrmiştir. Voltaire'in de (filozof olmasından ötürü diyebiliriz) deterministik (sıkı neden sonuç ilişkisi kuran) bir zihne sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenden ötürü olsa gerek, yazıyla birlikte kadercilik anlayışının dimağlarımıza nasıl ve ne şekilde yerleşmiş olabileceğini vurguluyor. Kadercilik yalnızca bir inanç meselesi olarak görülebilir ama kadercilikte tutarlılık aramak başka bir konudur esasen ve yalnızca özgür zihinlerin seçebileceği bir yoldur bu. Voltaire'de olduğu gibi... Devam edersek;

"Şu dünya, ya kendi yaradılışı sayesinde kendi fizik yasalarıyla ayakta duruyor, ya da bir Yüce Varlık, onu kendi yüce yasalarına göre meydana getirmiş: öyle olsa da, böyle olsa da, bu yasalar değişmez; öyle olsa da, böyle olsa da her şey zorunludur: ağır cisimler, havada durup dinlenmeye yönelmeden, yerin merkezine doğru yönelirler. Armut ağacı hiçbir zaman ananas vermez. Bir İspanyol köpeğinin içgüdüsü, bir devekuşunun içgüdüsü olamaz. Her şey düzenlenmiş, birbirine bağlanmış, sınırlandırılmıştır.
Burada Voltaire kadercilik anlayışının bakış açısından bakarak, her açıdan tutsak olduğumuz gerçeğini yineler. Bu paragraf Tanrı'nın var olması/olmaması eleştirisi değildir. Bu paragrafta anlatılmak istenen, Tanrı hakkındaki gerçek ne olursa olsun, bizim kadercilik bakış açısından baktığımızda, bir esirden başka bir şey olmadığımızdır. Bu insanın doğa karşısında, doğanın yasaları karşısında edilgen olmasından kaynaklanır. Mesela devamında şöyle diyor;

"...Budalalar diyorlar ki: doktor teyzemi öldürücü bir hastalıktan kurtardı, teyzemi yaşayacağından 10 yıl daha çok yaşattı. Becerikli geçinenleri de; "ihtiyatlı adam kendi alınyazısını kendisi yazar diyorlar". Ama ihtiyatlı adam çoğu zaman, alınyazısını kendisi yazacağına onun altında ezilir: ihtiyatlı adamları, alınyazısı ihtiyatlı etmiştir.
...Hekim teyzeni kurtardı; ama onu kurtarmakla doğanın düzenine aykırı bir iş görmedi: ona uydu. Teyzenin öyle bir kentte doğmamazlık edemeyeceği, öyle bir zamanda herhangi bir hastalığa tutulmaktan kaçınamayacağı, o hekimin onun bulunduğu kentten başka bir yerde bulunamayacağı, teyzenin onu çağırmak zorunda kalacağı, onun da teyzene kendisini iyi edecek ilaçları vereceği gün gibi meydandaydı."
Voltaire bu paragraflarında, kaçınılmaz bir sondan bahsediyor. Bir işin öyle olmasının nedeni, öyle olmasından başka bir yolun olmamasıdır. Kaçınılmaz sona giderken verdiğimiz kararlar özgür bir seçim olasılığı değil, sonuca giden yolda izlenmesi zorunlu adımlardır. Düşündüğümüz manada bir seçme özgürlüğü yoktur; yalnızca o zamana kadar edindiğimiz deneyimlerin bizi götürdüğü patikalar vardır. Devam edelim;

"...Bir takım insanlar da size; kaderciliğe inanmayın derler: çünkü o zaman her şey size kaçınılmaz görünür, hiçbir iş göremezsiniz, umursamazlık içinde çürür gidersiniz, ne zenginliklere, ne onurlara, ne de övgülere değer verirsiniz; hiçbir şeye sahip olmak istemez, kendinizi değersiz, güçsüz sanırsınız: böyle olursa hiçbir yetenek işlenemeyecek, her şey uyuşukluk içinde yok olup gidecektir.
Hiç korkmayın, baylar, mademki alınyazımız ön yargılara, tutkulara tutsak olmaktır, tutkularımız, ön yargılarımız hiçbir zaman eksik olmayacak: gür saçlı, güzel elli olmak nasıl elimizde değilse, çok değerli, büyük yeteneklere sahip olmanın da kendi elimizde bir şey olmadığını göreceğiz: hiçbir şeyle böbürlenmemek gerektiğine aklımız yatacak, yatacak ama gene de bencillikten kurtulamayacağız."
Ben de zorunlu olarak bunları yazma tutkusu var; sende de beni suçlu çıkarmak tutkusu: ikimiz de o denli budalayız, ikimiz de alınyazısının oyuncağıyız. Seninki yaradılışının gereği kötülük etmek, benimki de gerçeği sevmek, sen istesen de, istemesen de onu herkese yaymak".
Görüldüğü gibi acımasız ve sert bir kadercilik anlayışıdır bu. Daha evvel yazdığım "Küçük Oyunlar" başlıklı yazımla da uyuşuyor bu paragraflardaki cümleler. Peki ama özgürlüğümüz nerde kaldı diyebilirsiniz; onu da Voltaire cevaplasın;

"Yıkıntısında farelerde karnını doyuran baykuş, bülbüle demiş ki: O güzel gölgeliklerde şakımaktan vazgeç, kovuğuma gel de seni parçalayayım. Bülbül de cevap vermiş: Ben burada şakımak ve seninle alay etmek için doğmuşum."

13 Nisan 2012 Cuma

Dünyayı Yöneten Görünmez El

Invisible Hand
"Dünyada hoş şeyler de var. Hakikaten hoş şeyler yani. Hepsini birden ıskalayacak kadar da salağız biz. Olup biten her şeyi hemen o sefil küçük egolarımıza gönderiyoruz." 
                                                                                                        J. D. Salinger 

“Evrenin şimdiki halini geçmişin sonucu ve geleceğin nedeni olarak ele alabiliriz. Bir an için evrenin tüm güçlerinin ve bunu oluşturan tüm varlıkların konumlarını anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek, ve bunun bu verileri inceleyebileceğini de düşünürsek, aynı anda evrendeki en büyük varlıklardan en küçük atomlara kadar her şeyi hesaba katarak bir hesap yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de, aynı geçmiş gibi, onun gözlerinin önündedir.”
                                                                                           Pierre-Simon Laplace              

Komplo teorileri, asparagas haberler, asılsız iddialar, çürüyen hipotezler, değerini yitiren kanunlar, eskiyip giden şeyler arasında geçiyor hayatımız. Hangi yıldızdan buralara düştüğümüzü bilemesek de, ister kozmik, ister fani olsun birilerinin veya bir şeylerin hayatlarımızı yönettiğini veya yönlendirdiğini düşünürüz. Kimi zaman da daha öteye gidip bu düşüncelerimizi bir saplantı veya sarsılmaz bir inanç olarak benimseriz. Peki dünyayı yöneten birileri gerçekten var mıdır veya var mıydı? Yeryüzünün sınırlı yaşam alanlarında varoluş mücadelesi veren insanoğluna hükmedenler kimler?

Yıllarca Gül-Haç'lardan, Cizvitler'den ve diğer bazı Tapınak Şövalyeleri'nden ve günümüzde de "Yeni Dünya Düzeni"nden bahsedildi. İnsanların yönlendiren finans yöneticileri ve bu yöneticilere başkaldırmak düşünceleri tartışıldı. Ama bütün bu düşüncelere getirilen en önemli eleştiriyi de, Umberto Eco'nun "Foucault Sarkacı"nda bulduğumu söylemeliyim. Ortaya atılan iddiaları çözümleme ve gerçeği ayıklama konusunda yetersiz kalan zekalarımız yüzünden dallanıp budaklanan öyle düşünceler var ki, saymakla bitmez. Ünlü ilüzyonist Harry Houdini'nin de dediği gibi, "eğer brittanica ansiklopedisinde çarpık bacaklı olduğum için ilüzyon gösterilerimde başarılıyım dersem, insanlar bu düşüncemi haklı çıkarmak için elinden geleni yaparlar". Dolayısıyla bir komplo teorisini veya küresel olarak dünyayı yönettiğini iddia edebileceğimiz bir mekanizmayı ispatlamak veya kabul ettirmek imkansız ve anlamsız bir çalışmadır. Foucault Sarkacı kitabında olduğu gibi, bir alışveriş listesini, Tapınak Şövalyeleri'ne ait bir gizli şifre sanabiliriz. Hatta bunu destekleyebilecek iddialar öne sürmek bile mümkündür. Burada çıkan sonuç olarak, ebced hesabı gibi, yahudi kabalası gibi çalışmalar çoğunlukla dibi olmayan karanlık kuyulardır diyebiliriz. Az evvel de dediğim gibi, burada anlamamız gereken, neyin doğru veya neyin gerçek olduğu değildir, neyin dibini göremeyeceğimiz ve sınırlarımızın nerede bittiğidir. Nasıl ki, uçsuz bucaksız evrende bizim gibi yaşam formları olabileceğini düşünüyor ama ispatlayamıyorsak; bu tür varsayımlar hakkında kesin fikirler üretebilmekte aynı ölçüde imkansızdır. En azından şimdilik, bugünlük...

Fakat hala dünyayı yöneten o gizli elden bahsetmedik. Bu konuya farklı bir açıdan yaklaşmak istiyorum. Bu bakış açımın kaynağı, çıkış noktası "Laplace'ın Şeytanı" teoremidir. Bu teoremi açmak gerekirse; örneğin, bir madeni parayı havaya attığımızda yazı mı, tura mı geleceğini bilemeyiz. Tabii kullandığımız madeni para hileli değilse. Bu bakış açısına karşı gelir Laplace. Ona göre, eğer bir madeni paranın havadaki salınımından, ona etki eden itme ve sürtünme kuvvetinden, yere düşüp zeminde durana kadar geçireceği zamana ve daha şu anda aklımıza gelemeyen sayısız olasılıklara kadar tüm her şey bilinebilseydi, madenin paranın yazı mı tura mı geleceği konusunda sürpriz veya şans diye bir şey olmazdı. Yani, bir olaya etki eden olasılıkların insan zekası tarafından tam anlamıyla kavranıp, tüm hatlarıyla hesaplanamazlığı durumu, bize olaylara şans ve kader açısından bakmamıza neden olmuştur. Halbuki, bu yalnızca bir insan zaafıdır. Bu yüzden de denir ki, "hayat başımıza gelen olaylara verdiğimiz tepkilerden ibarettir".

Dünyayı yöneten "gizli el" de bizim zekamızın sınırlarının dışında kalan, detaylarını tam olarak kavrayamadığımız verilerde saklanmaktadır. Krzysztof Kieslowski'nin 1989 yapımı "Dekalog" adlı on filmden oluşan serisinin ilk filminde, 0-1 koda sahip bir bilgisayar programı hazırlayıp, bu programla donmuş gölün ne kadar ağırlık taşıyabileceğini hesaplayan bir profesörün dramını izliyoruz. Buna göre, gölün üstündeki buzun kırılmasının ve gölün üstünde ona hediye ettiği buz pateniyle kaymasına izin verdiği çocuğunun ölmesinin nedeni, bilgisayar programlarına dahi katmayı ihmal edebileceğimiz genişlikteki o sayısız istatistiklerden birinde, matematikte "e" olarak nitelendirilen "hata payı"nda -ki aslında hata payı değil, hesaplanamazlık katsayısıdır- gizlidir.

Bu geniş açıdan aldığım ilhamla söyleyebilirim ki, bizi hangi yöneticiler, kozmik varlıklar yönlendiriyor ve yönetiyor olursa olsun, aslında hepimizi yöneten tek görünmez el, yeryüzünde yaşayan tüm insanlara etki eden  ve edilgen yapıdaki insanoğlunu hesaplanamaz bir genişlikte, her açıdan biçimlendiren enerji akışlarıdır. Bizi Maya kabilesinde vahşi, Afrika kabilesinde yamyam, Ortaçağ Avrupası'nda engizisyonist, Nazi Almanya'sında faşist, Lenin Rusya'sında komünist, Mao Çin'inde ateist yapan bu olasıklar dalgasıdır. 

Her an çevremizden aldığımız bu enerjinin bizi nasıl da evirip çevirip değiştirdiği düşüncesini küçümsememeliyiz. Bugünün dünyasında, 7 milyar insana hükmeden bir para babası olmak isteyen yöneticiler de, dünyanın en büyük vahşetine imza atan suçlular da, en büyük icatların sahibi bilim insanları da aynı kelebeğin kanat çırpışının bir eseridir aslında. Bir insan zekasının yeryüzünde verebileceği tek hüküm şu olmalıdır bana göre; beni ben yapan, yani ben ne isem o olmama sebep olan tüm o olasılıklar, yani o hesaplanamaz genişlikteki sayısız olasılık, yani o gizli el benim bugün mutlu/mutsuz; haklı/haksız; suçlu/suçsuz vs. olmama sebeptir. Bu yüzdendir ki, matematikte "yöneylem" araştırmaları bu sınırsız parametreler dünyasını araştırmaktadır.

Ali Nesin'in de dediği gibi insan bir özne değil "şey"dir...