Pages

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Unutmaya Övgü

Gustav Klimt - The Kiss
"Süleyman, yeryüzünde yeni bir şey yok diye buyurur. Böylece nasıl Eflatun, bütün bilginin anımsama olduğunu kurmuşsa; Süleyman da bütün yenilik, yalnızca unutuştur yargısını verir".   Francis Bacon / Denemeler
Deliliğe Övgü, Yürümeye Övgü, hatta Cehenneme Övgü kitapları varken, neden Unutmaya Övgü yoktur bilemiyorum. Halbuki unutmak, unutabilmek en büyük nimetlerden biri. Başımıza gelen bunca şeyin, hatırlamak, dolayısıyla hafızadan kaynaklandığı ise apaçık bir gerçek.

Üstelik kötü anıların hafızamızda daha çok yer etmesi, aklımızın bir kusuru olmalı. Sinir sistemimizi harap eden hemen her olay daha akılda kalıcı oluyor. Çünkü, yalnızca kötü bir durumdan kurtulmak ister insan; bunun için çırpınır. Kötü bir olayla karşılaştığımızda sınırlarını zorlayan aklımız, eşik şiddetinin çok üstüne çıkan sinir hücrelerimizden ötürü, zihinlerimiz, acılarımızı biriktiren, kapkaranlık bir mahzen oluveriyor. İyi anılarımızı hatırlamak istediğimizde ise, çoğunlukla bunlardan artık yoksun olduğumuzu fark ediyoruz. Gençliğinin güzel günlerini hatırlayıp, “Neydi o deli gibi gidişimiz, bembeyaz köpüklerle, açıklara!” diyen Orhan Veli’nin yahut, “Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan” diyen Cahit Sıtkı’nın yitirilmiş mutluluklardan ötürü buruk olduğunu söylemeye gerek bile yok.

Bir de yazıyla gelen geçmişin yükü var elbette. Kim bir borcundan “hatırlayamıyorum” diyerek kurtulabilir artık? Kim geçmişte kalan kötü bir evliliğin anılarını dosyalardan çıkarabilir? Kim işlediği suçun cezasını unutarak yaşayabilir? Çünkü, istenildiğinde hatırlatmak için yaşadıklarımızı, yükümlülüklermizi ve haklarımızı kaydediyoruz bir yerlere.

Oysa hafızamız olmasaydı, nasıl olurdu kimbilir? “The Groundhog Day” veya “Memento” filmlerinde olduğu gibi hafızamız devamlı sıfırlansaydı? Her sabah kalktığımızda geçmişin ağırlığını omuzlarımızda hissetmeseydik? Hafızamız bizi yükümlülükler altına soktu. Ve biz bu borcu ödemek için medeniyetimizi bu kadar geliştirmek zorunda kaldık.

Ama yine de unutabiliyoruz hiç değilse (ya da alışıyoruz). Hiç değilse her şeyi hatırlayamayan bir zekamız var. Üzüldüğümüzü, kaybettiğimizi, kaybolduğumuzu, hınçla dolduğumuzu unutabiliyoruz, -arada sırada hatırlatsalar da-. Bu da bize dayanma gücü veriyor. O yüzden şöyle denilebilir;

“Seni unutmak elbet üzecek beni
Ama unutmayı unutsam
Halim nice olurdu?”

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Negatif Deneycilik ve Başarının Sırrı

Henri Rousseau - The Sleeping Gypsy
"Sadece tecrübe ile test edilmiş bir sistemi ampirik ve bilimsel kabul edeceğim. Bir sistemin doğrulanabilirliği ya da yanlışlanabilirliği kriter olarak alınmalıdır."   Karl Popper
Bir dizi doğrulayıcı olgu mutlak surette delil oluşturmaz. Gerçeğe negatif örneklerle yaklaşırız, doğrulama yoluyla değil. Gözlemlenmiş olgulara dayanarak yapılan genellemeler yanıltıcıdır. Ama "başarının sırrı" gibi iddialı bir çıkış yapan kitaplar, bunun bir metodu olabileceğini varsayıyor. Her başarılı işin arkasında altın ve gümüş kurallar olduğunu varsayan bu kitapların tamamı düzmecedir aslında. Peki, bu sonuca nasıl ulaşabiliriz?

Victor Borchard, 1878'de negatif deneyciliğin önemini vurgulayan ilk isimdir. Daha sonra Karl Popper ise "yanlışlanabilirlik" tekniğiyle bu yöntemi geliştirmiştir. Ona göre; doğrulayıcıları çok olan fakat yanlışlayıcıları belirsiz olan bu kuramlar, bilimsel olmayan kuramlardı. Popper, hangi kuram olursa olsun belli koşullarda deneysel destek bulmanın kolay olduğunu; bilimselliğin ampirik destek sağlamada değil, kuramın hangi koşullar altında yanlış olduğunu belirlemeyi esas aldı. Eğer bir kuram yanlışlanabilir ise, bilimseldir. En iyi kuram "zamana bağlı olarak yanlışlanabilir, çürütülebilir olan kuramdır" demiştir Karl Popper.

Nassim Nicholas Taleb, Siyah Kuğu kitabında şöyle diyor; "Beyaz Kuğuları görmek, Siyah Kuğuların olmadığını kanıtlamaz. Ancak burada bir istisna söz konusu; Hangi ifadenin yanlış olduğunu biliyorum, fakat bu hangisinin doğru olduğunu bildiğim anlamına gelmiyor. Bir Siyah Kuğu görürsem, tüm kuğuların beyaz olmadığını doğrulayabilirim! Birini cinayet işlerken görürsem, onun bir katil olduğundan emin olabilirim. Fakat onu cinayet işlerken görmezsem masum olduğundan emin olamam. Aynı şey kanser saptaması için de geçerlidir: Tek bir habis tümörün olması kanser olduğunuzu kanıtlar, fakat böyle bir bulgunun olmaması kanserli olmadığınıza dair kesin bir delil anlamına gelmez."

Bu bakış açısı, gündelik yaşantımızda, farkında olmadan sürekli tuzağa düşmemize neden oluyor aslında. Aklımızın bir zaafı da diyebiliriz buna. Örneğin, doğrulama yöntemi ile anlatılan sayısız başarı hikayesini buna örnek verebiliriz. New York'da uzun yıllardır işleyen ve aşırı karlar elde eden restoranlar üzerinde bir araştırma yapılmış. Genelde, bu restoran işletmecilerinin yer seçiminde, işlerini yürütürken aldıkları kararlarda bir zeka aranmaya çalışılmış. Genelde böyle olur zaten. Bir şekilde başarılı olan, zekasıyla bir yere geldiği varsayılır. Ama işin aslı şu ki, New York caddeleri başarısız restoran hikayeleri ile doludur. Fakat bu hikayeler hasır altı edildiği için, buzdağının görünen yüzü her zaman zeki insanları, -sanki gerçeklermiş gibi- lanse eder.

Abraham Lincoln
Örneğin, Abraham Lincoln'un yaşam hikayesi buna iyi bir örnek teşkil eder. Başarının vazgeçmemekle ve ısrar etmekle kazanılabileceğine inandırmaya çalışan kişisel gelişim kitapları, Abraham Lincoln'un hayatı boyunca başarısızlıklarla karşılaştığına ama hiçbirinde yılmadığı için, sonunda ABD Başkanlığına kadar uzandığından bahsedilir. Esasen sabrın ve azmin garantilediği hiçbir başarı hikayesi yoktur. Çünkü, aynı kişisel gelişim kitapları, çok çalışmasına rağmen, sükse yapacak bir başarıyı elde edememiş, hatta başarısız olarak kalmış insanların hikayelerini anlatmaz.. İşte bunların yoksunluğu, insanlarda bir bakış açısı yanılsamasına neden olur. Özetle göremedeğimiz gerçekleri, unutmaya gayret ederiz.

Belki de başarının sırrı, teorilerimizin yanlışlarını ortaya koyacak hususları araştırmaktır.

12 Temmuz 2012 Perşembe

Karakter

 Renè Magritte - Specchio Falso
"Kendinden hiç söz etmemek çok soylu bir ikiyüzlülüktür."   Friedrich Nietzsche
Yunanca "basma, basım" kökünden gelir karakter kelimesi ve doğanın bize yapıştırdığı bir etiket gibidir. Tabii, insan karakteri zamanla oluşur ve yerleşir. Çevresiyle sürekli bir etkileşimde olan insan deneyimlerini biriktirerek bunları yansıtmaya başlar -bilinçli ve bilinçsiz bir şekilde-.

Peki insan karakteri köklü bir biçimde değişebilir mi? Bu soruyu cevaplamadan önce söylemem gereken şey şu; insanın ruhunda ve aklında tüm düşünceler vardır ve potansiyel olarak gelişebilir. Acı veren dehşet, şiddet, asabiyet vs. gibi duygular hiçbir insana, hangi ırktan olursa olsun, uzak değildir. Sadece yaşam koşullarının etkisi altında sürekli bir dönüşüm içindedir. Tabii, bu dönüşüm, özellikle ilerleyen yaşlarda, köklü bir değişim olarak gerçekleşemez çoğu zaman. Yani belirli bir merkez etrafında duyguların şiddeti ve gereksinimi ortaya çıkar. Söz gelimi, çok asabi biri, çok nazik olmaz; bir katil, duygusal bir şaire sık sık dönüşmez... Ancak ve ancak etkisi çok güçlü birtakım olaylar buna ön ayak olabilir. Hatta Soren Kierkegaard bir kitabında, insan duygularını kalıcı bir şekilde değiştirmeye ve yeni biçimiyle oturtmaya yönelik çalışmalar olan, psikolojik tedaviye yönelik ilaçların boşuna bir çaba olduğunu da belirtmektedir. Yani, insan karakteri her yönüyle bir etkileşime maruz kalabilirse ancak ve ancak değişebilir. Bu etkinin süresi de bu karakter değişimini etkiler. 

Full Metal Jacket / Stanley Kubrick
Örneğin, Stanley Kubrick'in, "Full Metal Jacket" filminin ilk bölümünü hatırlarsak, askeriye içinde sürekli ve devamlı bir şiddete maruz kalan askerin yaşadığı trajik dönüşümü izliyoruz. Filmde bu askere, özellikle komutanı tarafından o denli bir baskı uygulanmasına rağmen, karakter 180 derece değişmemiş, aksine komutana bir şiddet yansıması olarak geri dönmüştür ancak ve asker bir ölüm makinesine dönüşmemiştir nihayetinde.  Dolayısıyla, insan karakterinin çok güçlü bir etkileşimle dahi olsa, özellikle kısa sürede değiştirilebilmesi pek mümkün gözükmemektedir. Olsa olsa bu daha uzun bir çabanın sonucu olabilir ama bu dahi, hesaplanabilecek ve yönetilebilecek bir süreç değildir çoğu zaman.

Bütün bunlardan çıkardığımız bir sonuç da şu; "insan karakterini oluşturan duygularının aksi istikametinde olan duygular da aslında kişiliğinde mevcuttur". Fakat karakteri oluşturan duygular, bu kalan duyguları bastırır ve unutturur. Halbuki bir insanın karakteri, aslında etkin bir seçime değil, çevresinin ona bir armağanı gibidir. Tolstoy, belki de bu noktayı gördüğü içindir ki, insanın dünyada yalnızca sevgiyi aramasını öğütler. Çünkü, ancak sevgi ve iyilik gibi duygular içimizdeki potansiyel canavarları saklayabilir.

Voltaire ise şöyle bir hikaye anlatır; Doğuştan sert, öfkeli bir adam bir gün bir haksızlıktan yakınmak için Fransa Kralı I. François'in karşısına çıkar; hükümdarın yüzü, saray adamlarının saygılı hali, hatta bulunduğu yer, bu adamın üzerinde güçlü bir etki uyandırır; elinde olmadan gözlerini önüne eğer, dik sesi yumuşar; kuzu kuzu dilekçesini krala sunar; kendisini (hiç değilse o an için) aralarında bulunduğu hatta aralarında pusulayı şaşırdığı o saray adamları kadar doğuştan yumuşak bir adam; sanırsınız, ama I. François insan yüzünden anlıyorsa, eğik, ama donuk bir ateşle yanan gözlerinden, yüzünün gergin kaslarından, birbirine yapışmış dudaklarından bu adamın, hiç de öyle görünmek zorunda olduğu kadar yumuşak huylu olmadığını kolayca keşfeder. Bu adamın peşi sıra Pavia'ya gelir ve ikisi de bir sebepten buralılar tarafından yakalanır ve ikisi de Madrid'te ceza evine kapatılır.

I. François'in yüceliği artık üzerinde aynı etkiyi uyandırmamaktadır; o kadar saydığı adamla yüz göz olmuştur. Bir gün, kralın çizmelerini çekerken, beceriksizce çekerken, başına gelen felaketten sonra huysuzlaşan kral kızar; bizimki kralı tersler; çizmelerini de tuttuğu gibi pencereden fırlatır, atar.

Görüldüğü gibi, statü farkı karaktere kazınmış bir baskıdan başka bir şey değildir. Şartlar bir anda değiştiğinde, bakış açısı da değişmekte ve resesif duygular öne çıkıp, krala karşı saygıdan cayan bir tebaa ortaya çıkmaktadır. O halde karakter ne insan için, ne de toplumlar için genel geçer değildir. Ama yine de davranışları belirlemektedir. 

İnsanlar arasındaki çatışmaların temelinde bu karakter farkları yatmaktadır. Öyleyse, insanı çatışmaya ve kibre sürükleyip mutsuz eden de bu baskılı, yapışık karakter içgüdüsüdür. Ego'dan beslenen duygular, fanatik boyutlara ulaşır insanlarda ve hemen her karakter, naif bir çizgiyi dahi ifade etse böylesine fanatiktir. Çünkü, karakterler arasında en iyi olduğuna inanılan ve her insana empoze edilmeye çalışılanları vardır. Fakat insan doğası bunu kabul etmemektedir. İşte burada felsefenin ve sorgulamanın önemi çıkıyor ortaya. Bir karakteri oluşturan her türlü duygu insanın özbenliğinde bile sorgulanmalıdır. İnsana öğütlenmesi gereken en önemli tek duygu sorgulama olabilir bu açıdan bakıldığında.

Voltaire, şöyle bitiriyor; yetkinleşiyoruz, yumuşuyoruz, doğanın bize verdiği şeyleri gizliyoruz, ama onlara hiçbir şey katamıyoruz.