Pages

2 Ağustos 2012 Perşembe

Etkileşim

Salvador Dali - Metamorphose de Narcisse
"İnsan, kendi düşüncelerinin farkında olduğu zaman görecektir ki; düşünen ve düşünce şeklinde bir bölünme vardır. Gözlemleyen ve gözlemlediği, deneyimleyen ve deneyimlediği. Sonunda bunun bir illüzyondan ibaret olduğunu keşfedecektir. Sonra sadece saf bir gözlem kalacaktır, geçmişin ve zamanın gölgesini içermeyen bir kavrayış..."  
"Eylemlerimiz bilgi ve zaman üzerine kurulu olduğu için, insan zamanın kölesidir. Düşünce sürekli sınırlıdır, bu nedenle biz çatışma ve mücadele içinde yaşarız. Psikolojik evrim yoktur..."   Jiddu Krishnamurti
İki insanın tartışması bana her zaman ilginç gelir. Peki, bir tartışmada gerçekte olup biten nedir? Dil, ile aktarılan aslında nedir? Dolayısıyla, insanın insanla veya doğayla etkileşiminde tam olarak ne olur?

Dilbilimciler şöyle diyor; mesajın gönderilme süreci ne kadar önemliyse, algılayanın durumu da o kadar önemlidir. Yani, bir mesaj gönderilmekle süreç tamamlanmış olmaz. Dilin ve vücudun kullanış biçiminden, algılayıcının kelimeyi seçme kapasitesine kadar her şey önemlidir bu süreçte. Peki, etkileşim yalnızca tartışmadan mı kaynaklanır? Elbette ki hayır! İnsanın doğayla veya eşyayla etkileşimi de önemlidir ki, bu işleri daha karmaşık hale getirir.

Bu konuyu daha da ilginç yapan bir nokta da var bana göre. O da, insanın kendisini stabil bir varlık olarak ele alması. Özellikle modernitenin toplumlarda yerleşmesiyle iyice gözden kaçan bir durum olmuştur bu. İnsanın kendisini makine benzeri sistematik bir süreçten geçtiğini varsaymasıyla da ilişkilidir. Özellikle 19. ve 20. yüzyılda yayımlanan kitaplar(daha sonra radyo, gazete ve tv yayınlarıyla birlikte), insanı ve hayata bakış açısını modül modül sistematize etmiştir. Mesela, ortak takvim kullanımıyla, insan yaşamının süresinde belirgin bir sürecin olduğunu devamlı hatırlatmak bunlardan biridir. Hukuk kurallarını tam, yetkin, katı ve eleştirilemez bir biçimde uygulamak. İnsan doğasına ters düşen silahlı çatışma, milliyetçilik(milliyet tebaa kültüründen saf ırk sempatizanlığına dönmüştür), sanayi devriminde çalışma saatleri vs. Bu aslında artan oranlı vergi dilimine benzer. Sınıflar, çeşitli nicelikte oranlarla daha çeşitli katmanlara ayrılmıştır. Aristokrat, köylü kesimden; iş adamı, işçi sınıfına geçiştir bu bir bakıma. Ama kademeler hayatın her alanında vardır artık ve daha fazladır (derindir) üstelik.

Teorema (1968)
Herkese eşitlik ve adalet anlayışının, kademeli yaşam sürecinin önemli bir sakıncası vardır elbette. O da "etkileşim"in sanıldığından daha fazla olmasıdır. Hayatın geri planında unutulan bu derin boşluk, Nietzsche'nin felsefesine göre sanatla doldurulmalıdır. Bol ironi, sarkazm ve sulandırmayla. Artık yaşamda dalga geçilmeyi hak etmeyen hiçbir kıyafet yoktur. Çünkü, dünya üzerindeki tüm insanlar, hak etmedikleri birer kimlik edinmişlerdir kendilerine. Her saniye tükenen ve tüketen toplumlar, kaybettikleri varoluş yönünü sanatla doldurmaya çalışırlar; daha sonra edebiyat ve daha sonra da sinemayla... Halbuki, modernitenin çöküşüne şahit olan ve postmodern yapısalcılığın temelini atan çalışmaları bulunan Max Stirner, modernitenin bu duygusal çöküşü karşısında kahkahalara boğulmaktadır. Çünkü, ona göre yapılacak hiçbir şey yoktur. Pier Paolo Pasolini'nin, Teorema filmindeki sanat eleştirisi bu duruma paralel düşmektedir. Beyaz bir çerçeve üzerine, gözlerini kapadıktan sonra, işeyen genç adam, gözlerini açmadan, bu tabloyu duvara asar. Bu da akıldan çıkan, aklımızın arka planına attığımız hayati boşluğa işaret eden bir eleştiri olmuştur. 

Buraya kadar biraz karışık şeylerden bahsettim. İnsanların kendi iç çatışmalarını ve çevreleriyle olan etkileşimlerini iyi yönetemediklerini düşündürmek istedim. Bunu yaparken de dil sorunundan yola çıktım. Ama daha somut bir örnek vermeliyim diye düşünüyorum.

Bu örnekte fizikteki "optik" çalışmalarıdır. İslam felsefesinin aydınlanma döneminde, Grek filozofların ve bilim insanlarının yapıtları iki yüzyıl boyunca hızla Arapça'ya çevrilmiştir Bu süreçte en dikkat çeken konulardan biri de fizikteki optik konusu olmuştur. Kındi gibi evvel düşünürler, görme olayını "gözışın" anlayışıyla açıklamaya çalışmıştır. Yani gözden çıkan ışınlar nesneleri algılamamıza yarar. Daha sonra Farabi ve İbni Sina gibi düşünürler "nesneışın" görüşünü öne sürmüşlerdir. Buna göre nesnelerden gelen veya yansıya ışınlar görme olayını açıklar. Eğer gözışın anlayışı doğru olsaydı, gözden çıkan ışınların uzak yıldızları bile görebilecek maddesel bir ışınım yaydığı kabul edilecekti ki bu hiç gerçekçi bir yaklaşım değil. İşte günümüzde insan aklında da böyle bir yanlış bakış açısı hüküm sürmekte bana göre. İnsan aklı duyularıyla etkileşime geçtiği çevresinin oluşturduğu bir bilinçtir yalnızca. Görme hadisesi, bilme hadisesiyle aynıdır yani.



Etkileşimin bir yönü de insani duyguların derecelendirilmesi meselesidir. güzel-çirkin, doğru-yanlış, uzak-yakın gibi. Bu sıfatlar da marjinaldir. Bunları bilgisayar programlamasında 0-1 olarak gösteririz. Halbuki duygular görecelidir ve marjinal noktalar arasında değişir. Buna saçaklı mantık diyoruz ve bu hemen her sıfat için geçerlidir. İnsanın marjinal olarak, güzel, kıskanç, uzun boylu, vahşi gibi sıfatlara sahip olması imkansızdır. Bunlar bir nispilik yani oransallık içerir. Ama konuşma dilinde ve algılarımızda bunu çözemediğimiz veya bu noktayı atladığımız aşikar. Bir insanın kaçık olması bile bir derece meselesidir. Örneğin, Italo Calvino'nun, "İkiye Bölünen Vikont" romanının kahramanı Medardo'yu ele alalım. Medardo, bir savaş sırasında kendisine isabet eden bir gülleyle uzunlamasına ikiye bölünür ve savaştan bu şekilde doğduğu topraklara döner. Medardo'nun ikiye bölünen vücudunun bir yanı her zaman iyilik yapmak istemektedir. Diğer yanı ise tam bir zorba ve vahşidir. Vikont'un himayesindeki topraklarda yaşayan insanlar Vikont'un kötü yarısından kaçıp saklanmaktadırlar. Ama iyi tarafını da aynı şekilde sevemezler. Çünkü, iyi her işe burnunu sokar ve insanlara yardım etmek isterken, mesela buğday fiyatlarının düşük olmasını isterken, köylüye zarar vermektedir. Bu yüzden köylü, iyi tarafa kötülük, kötü tarafa iyilik aşılamaya çalışır ve nedense bu iki marjinal adamı da sevemezler. Ama insan, iyi ve kötünün mükemmel karışımı olan insanı daha çok sever ve katlanılabilir bulurlar. Bu postmodern roman, insanın, çevresiyle etkileşiminin, tarifsiz bir aynası olduğunu gösterir.

Jiddu Krishnamurti, insanı güdüleyen şeyin, temelde tatmin edici açıklamalar bulmak olduğunu söyler;
"İnsanların hedefi, temeldeki arzusu genellikle rahatlatıcı, tatmin edici bir şey bulmaktır; korkulardan, sorulardan, tedirginlikten, şüpheden kurtulabilmek için bir tür güvence, teminat istiyor insanlar. Çoğumuz dört elle sarılabileceğimiz kalıcı bir şey istiyoruz, değil mi?"

Bu insan psikolojisinin temel zaafına işaret ediyor. Psikolojik evrimin olmaması, insanın derin düşüncelerden uzak durması, yaşamın uçup gidici olmasından kaynaklanmaktadır bir bakıma. Halbuki sınırsız etkileşimin ve deneyci kuşkuculuğun ardında özgür bir düşünce dünyası yatıyor. Rene Descartes şöyle diyor; "Eğer gerçeği gerçekten bilmek istiyorsan, yaşamında bir kez olsun bütün şeyler hakkında şüphe et."