Pages

22 Ocak 2013 Salı

Postmodernizm ve Hiççilik

Mark Tansey - Forward Retreat (1986)
"Gerçeğin düşmanı tabular ve inançlardır."      Friedrich Nietzsche
Bir şeyin ne olduğu ya da ne olabileceğinden çok, ne olamayacağı beni ilgilendiriyor. Avam insanın en büyük takıntısı olarak da bunu görüyorum. Çok büyük değişimler, ancak çok büyük krizlerden sonra gerçekleşebiliyor. 

Bir tartışmada en çok gerçekleşen hadise de bu olsa gerek. İki veya daha fazla kişinin hakikati öngörme çabası içerisinde yaşadıkları debelenmeler, tözün bayraktarlığından, fanatizmine giden bir sürece yayılıyor. Bu yüzden de olsa gerek, tarih boyunca yaşanan ilerlemeler (veya dönüşüm ve değişimler) ancak ve ancak etki-tepki-olgu diyalektiğiyle ilerliyor. 

i.) İlk olarak postmodernizme geçiş sürecinde bu diyalektiğin kırılması amaçlandı. O yüzden de postmodernizm, modernizme bir tepki olarak doğan bir ana akım olmaktan çok, modernizm sonrası ve ötesi gibi kavramlarla tanımlanmaya çalışılmaktadır. Lyotard bu durumu şöyle tanımlıyor;
"Lyotard'a göre post-modern durum, hem maddi koşullardaki değişimleri hem de düşünsel alandaki kopuşları içeren bir sürecin toplam ifadesidir. Buna yol açan her şeyden önce derin bir inançsızlık hali ya da başka bir değişle kökensel bir kuşkudur. Burada söz konusu olan Modernite ya da Modernliğin meşruiyetine dair bir kuşkudur ve tüm bir modern projenin kendisine ve temel nosyonlarına yöneliktir. Lyotard, bu kuşkunun izlerini sürer ve anlamlandırır. Buna göre artık Büyük Anlatılar olarak adlandırdığı modernizme içkin bir düzine temel kavramın (İlerleme, Aydınlanma, Rasyonellik, Özgürlük, Evrensellik vb.) inandırıcı olmadığı tespit edilir. Bu kuşku halinin kendisiyle birlikte başlayan yeni yaşam tarzı dönemin adı post-modern durumdur."
ii.) İkinci olarak birçok son dönem felsefe akımının birbirleriyle yakın temas içinde olduğunu söylemek gerekiyor. Varoluşçuluk, Nihilizm, Anarşizm, Egoizm gibi birçok yakın dönem felsefi akımları arasında birbirine geçiş çok kolay. Neredeyse birbirlerini tamamlıyor gibiler.

Günümüz bilimi, edebiyatı ve sanatında artık hiçlikten doğan bir bakış açısı hakim. Tek sorun hiçliğin nasıl anlaşıldığı ve kavrandığı konusu. Bunu örneklendirmeden önce nihilizmin klasik tanımını verelim;
"Nihilizm (Hiççilik), temelde estetizmin bütün biçimlerini yadsıyor, yararcılığı ve bilimsel usçuluğu savunuyordu. Toplumsal bilimleri ve klasik felsefe sistemlerini bütünü ile reddediyordu. Yalın olgucu ve maddeci bir tutumla, yerleşik toplumsal düzene başkaldırıyı temsil ediyor; devlet, kilise ya da aile otoritesine karşı çıkıyordu. Yalnızca bilimsel doğruları temel alıyor, ancak bilimin bütün toplumsal sorunların üstesinden gelebileceğini ve bütün kötülüklerin cehaletten kaynaklandığını kabul ediyordu." 
Bu açıdan baktığımızda bir başkaldırı olarak hiççiliğin, ilk etapta bilimselliğe önem verdiğini görebiliyoruz. Şimdi de Max Scheler'in hiççiliği kavrayışını ve Max Stirner'in buna karşı duruşuna bakalım;
"Max Scheler (1874-1928), insanın düşüşten kurtuluşunu birincisi dogmayla ikincisi tinle aşılabileceğini  ileri sürer. Şöyle der: hiççiliğin aşılması aşamasında tanrılar yaratılır. Scheler, tanrıların karşısına tini çıkarır. Ama tine inanmaz, tinle insanlaşmayı benimser. İnsanlaşma tinin kuracağı yüceltmeyle (Sublimierung) olur: (aşağı) içgüdülerin kültürleşmesiyle. Ancak Scheler, insanlaşmakla yetinmez: yüceltmeyle insanin Tanrılaşmasını (bu yazı boyunca: putlaşma anlamında değil, Tanrı olma anlamında) amaçlar. Bunu da Hiç’i terk ederek yapar. Oysa (burada Stirner'in bakış açısına geçiyoruz) Hiç, Tek’in varoluş bilincidir, varoluş kökenidir. Tek, Hiç ile varolabilendir; Hiç yoksa Tek de yoktur. Her Tek her zaman, her yerde, her an Hiçlik içindedir ve bir Hiç olduğunu (en azından güdüleriyle, sezgileriyle) bilir. Her zaman bir Hiç olduğunu bilen, her zaman Hiç olabilen, kendi varlık temelini bilendir. Bu bilgi onun bilincinin esasıdır. Tek, bu bilinç düzeyinin derinine her zaman inemez: iner, çıkar. Çoğunlukla yüzeydedir. Yüzeyde rasyonel bir Ben’dir Tek. Tek’in varloluş kaynağı hiçliğidir. Tek bir Hiç’tir."
iii.) Hiççiliğe karşı duruşların belki de en şiddetlisini Karl Marx "Alman İdeolojisi" adlı eserinde gerçekleştirmiştir. Hiççiliği bir Tanrı sorununa bağlayan Bruno Bauer, Ludwig Andreas Feuerbach ve Max Stirner'i yerden yere vurmuştur. Hem de, Sloterdijk’ın deyimiyle, kendi  felsefesinin ölümünü göze alarak. Alman İdeolojisi eserinin önsözünde durumu şöyle tanımlamış Karl Marx;
"İnsanlar, şimdiye kadar, kendileri hakkında, ne oldukları ya da ne olmaları gerektiği hakkında her zaman yanlış fikirlere sahip olmuşlardır. Sahip oldukları ilişkileri, Tanrı hakkındaki, normal insan hakkındaki vb. tasarımlarına uygun olarak düzenlemişlerdir. Kendi beyinlerinin ürünleri, onları yaratan beynin üstüne çıkmıştır. Yaratıcılar, kendi yarattıkları şeyler önünde secdeye varmışlardır. Öyleyse onları, boyunduruğu altında ezildikleri kuruntulardan, fikirlerden, dogmalardan, hayali yaratıklardan kurtaralım. Fikirlerin egemenliğine karşı başkaldıralım. Biri(Feuerbach), insanlara bu yanılsamaları değiştirip, yerine insanın özüne uygun düşen düşünceler koymayı öğretelim diyor, bir başkası(Bauer), bu yanılsamalara karşı eleştirici bir tutum almayı öğretelim onlara diyor, bir üçüncüsü ise(Max Stirner), bunları kafalarından çıkarıp atmalarını öğretelim diyor ve – bugünkü gerçekliğin böyle çökeceğini iddia ediyorlar. 
Bu masum ve çocuksu düşler genç-hegelcilerin bugünkü felsefesinin çekirdeğini oluştururlar; ki bu felsefe, Almanya’da, kamuoyunca korkuyla karışık bir saygı ile karşılanmakla kalmıyor, ama felsefi kahramanların kendileri tarafından, canice sertlikteki bu fikirlerin dünya için devrimci bir tehlike taşıdığı inancı içinde, büyük bir ciddiyetle sunuluyor. Bu kitabın birinci cildinin amacı, kendilerini kurt sanan ve başkalarının da kurt sandıkları bu koyunların ne olduklarını ortaya koymak, onların meleyişlerinin Alman burjuvalarının tasarımlarının felsefi bir dile yinelenmesinden başka bir şey olmadığını ve bu felsefi yorumcuların palavracılıklarının, Alman gerçekliğinin zavallı yoksulluğunu yansıtmaktan başka bir anlam taşımadığını göstermektir. Bu cilt, Alman ulusunun hoşlandığı, düşlerle dolu uyuklamaya pek uygun düşen, gerçekliğin gölgesine karşı yürütülen bu felsefi savaşın maskaralığını ortaya çıkarmak ve onu bütün saygınlığından yoksun bırakmak amacındadır.
Bir zamanlar, yürekli adamın biri, insanların, salt yerçekimi fikrine saplandıkları için suda boğulduklarını sanıyordu. Ona göre, insanlar, örneğin, bunun dinsel boşinanlara dayana bir düşünce olduğunu söyleyerek bu fikri kafalarından çıkarıp atsalardı, ondan sonra artık her türlü boğulma tehlikesinden korunmuş olurlardı. Ömrü boyunca, bütün istatistiklerin, sayısız ve boyuna yinelenen tanıtlarla zararlı sonuçlarını kendisine gösterdikleri bu yerçekimi yanılsamasına karşı savaştı durdu. Bu saf yürekli adam, modern devrimci Alman filozofları tipinin aynısıydı."
Karl Marx, genç-hegelci ve kendi deyimiyle burjuva tipli bu filozofların hiçlik anlayışını masal ve palavra olarak nitelendirip, göz boyama olarak değerlendiriyor. Peki bu genç-hegecilerin görüşünün hiçliğe yaslandığını nasıl ifade edebiliriz? Özellikle Stirner ile Nietzsche'nin fikirlerinin çıkış noktasında birbirlerine önemli derecede benzerlikler içeren ifadeler var. Hatta bunun yanında Nietzsche'nin intihal etmiş olup olamayacağına dair bir yazı bile bulunmakta; http://www.projektmaxstirner.de/intihal.htm Bu yazı, kesinlikle intihal etmiştir gibi bir sava dayanmasa da en azından benzerliklerin olduğunu göstermesi açısından önemli.

iv.) Hiççiliğin elbette bilim alanında genel kabul görmüş bir açılımı var. Özellikle fizikte kuantum teorisi ve big-bang teorisi, belirsizlik ilkesi ve geometri de fraktal anlayış bu düşüncenin paralelinde gelişmeler olarak kabul edilebilir. Ayrıca Stephen Hawking'in hazırladığı evrenin oluşumuna dair ipuçları veren, hiçliğe yaslanan ve Türkçe altyazılı şu videoyu da önerebilirim;

4 Ocak 2013 Cuma

İnsanın Kendini Yönetmesi

Salvador Dali - L'Enigme Du Desir
"Yaşantım beni hayal kırıklığına da uğratsa, sevdiğim kadına olan güvenimi de yitirsem, bu düzenin doğru olduğuna da inanmasam, hattâ aksine bu düzenin, karmakarışık, uğursuz hattâ belki de bir cehennem kaosu olduğu kanısına da varsam, başıma bir insanın başma gelebilecek tüm felâketler de gelse, ben gene de yaşamak isterim. Bu kadehe bir kez dudaklarımı değdirdikten sonra, biliyorum ki, artık ondan ayrılamam, dibindeki son damlaya kadar içerim!"
                                                                            Fyodor Dostoyevski / Karamazov Kardeşler

İnsanın bilinci yanıltıcı olabileceğini daha önceden yazmıştım. Bunun nedenlerinin başında bilincin kıyaslanamaması geliyordu. Ayrıca aklı kıyaslayabileceğimiz akıllar sınırlı olduğu için, en azından, evrenin tamamını keşfedemediğimizi bildiğimizden, en üstün akıl sahibi olduğumuzu söyleyemeyeceğimizi de belirtmiştim. Kaldı ki insan zekası, evrendeki en kompleks bilinci üretse dahi, buradan bir yetkinlik mertebesi çıkarsayamayız. Yani insan aklının piramitte en tepede olması, gerçeğin merkezi olduğunu göstermez. Buna inanmaksa düpedüz egoizmdir. Yani insan araştıran ve gözlemleyen bir varlıktır elbette. Çok geniş bir kütüphane olarak nitelendirebileceğimiz evrende keşifleri de vardır ama bu hiçbir şekilde mutlak bir gerçekliği ifade etmez. İnsanın bildiği şey, yalnızca kendisinedir bu yüzden. Bu durumu daha yalın izah etmek için şöyle bir alıntı yapabiliriz;
“Bir ipin ucuna, yere doğru uzanan bir sarkaç asın, hareketlendirin: Bu sarkacın çizeceği ilk hareket ipin uzunluğunun imkân verdiği kapsamda olacaktır, İkincisi daha az, üçüncüsü daha da az; ta ki sonunda sarkacın hareketi basit bir titreşime iner ve sonunda mutlak bir hareketsizlikte sonlanır. Bu deney üzerine şöyle düşünüyorum: İnsan en geniş hareketin sonucudur, kaplumbağa ancak bir titreşimin sonucudur, ama en kaba anlamıyla madde her ikisinin de nedenidir."
Görüldüğü üzere insan bilincinin de yadsınabileceğini söyleyebiliriz. Bunun dışında "insan" dendiği anda çoğunlukla akla gelen yöneten ve yönlendiren bir varlık olduğu düşüncesidir. Bir çeşit doğayı sahiplenme içgüdüsü vardır. İnsan karar mekanizması olduğunu düşünür. İnsan çocuklukta alınan görgü ve bilginin - ilerleyen yaşlarda azalarak - kendisini etkilediğini düşünse de, yine de, düşünce biçimini ve karakterini tercih ettiğini sanır. 

Bana göre tam da bu noktada yanılır. İnsanın herhangi bir karara varması, herhangi bir seçim yapması mümkün değildir. İnsan, değiştiren ve değişen olarak çok kuvvetli, determinist bir bağla bağlıdır doğaya. Bilincin bir hatası ise, tam da bu noktada, irade sahibi olduğunu düşünmektir. Halbuki insan hiçbir şeye karar vermez. Çünkü bu elinde değildir. İnsanlar ellerinden ve ayaklarından asılı şekilde rüzgarda sallanan bir örümcek ağı gibidir. Hareket vardır, değişim, dönüşüm vardır ama hiçbirisi bireyselliğe indirgenemez. Max Stirner'den alıntılarsak daha berraklaşabilir konu;
"Tepeden tırnağa kadar benim olmayan her işe uğurlar olsun! Sizce benim işim en azından "iyi bir iş" olmalıdır? Nedir iyi iş, kötü iş! İşim demek zaten ben demek'im. Ve ben ne iyiyim, ne de kötü. İyinin de kötünün de benim için hiçbir anlamı yoktur. Tanrı'nın işi, insanlığın işi, gerçeğin işi, iyinin işi, doğrunun işi, özgürlüğün işi ve daha niceleri. Bunların hiçbiri benim işim değildir, benim işim sadece benim olandır ve o genel değil, biriciktir, benim gibi."
O halde "biricik" olanın, yani kendi olanın bilmesi gereken bir şey vardır. O da kendisini yönetebileceği. Ama bu yönetim bilincin dışında bir merkezdir. Bir karar verme mekanizması gibi değil. Orhan Pamuk'un "Saf ve Düşünceli Romancı" denemesinde bahsettiği romanın gizli merkezine yolculuk gibi, bireysel bir şeydir ve paylaşılamaz, aktarılamaz. İnsan doğaya tam bağımlı olduğunu bilir ve karar veremeyeceğini kavrarsa ve doğanın küçük bir parçası olduğunu kabul ederse kendini yönetmesi kolaylaşır. Buradaki kazancı ise sağduyu olacaktır. Bu, varoluşa yapılan yolculukta, tüm ideolojilere eşit mesafede durmayı gerektiren ve görünen hiçbir şeyi içselleştirmemeye yarayacak bir bilinçtir. O halde insan "Biricik" olur. Max Stirner'e göre;
"Her sözcük boş laftır. En büyük boş laf Biricik'tir. Biricik ifade edilemeyendir."