Pages

20 Ocak 2015 Salı

Özgecilik

Praying Hands - Albrecht Dürer
"Eğer biri Size şöyle karşılık verse: Tanrı’ya, vicdana, vazifelere ve yasalara uyma gerekliliği, tüm bunlar Sizin kafanıza, yüreğinize tıka basa doldurulmuş ve Sizi delirtmiş yalandan bahanelerdir - Ne düşünürdünüz o zaman? Ve aynı kişi, neden doğanın sesinin Sizi ayartacağından bu kadar emin olduğunuzu sorarsa? Ve hatta Sizden meseleyi tersine çevirip, Tanrının ve vicdanın sesinin şeytanın işi olduğunu düşünmenizi talep ederse? Bu türden kötü insanlar vardır; onlarla nasıl baş edeceksiniz? Karabaşlara, annenize, babanıza ve iyi insanlara güvenemezsiniz, çünkü onlar sizi ayartanlar olarak adlandırılıyor; gençleri hakikaten ayartanlar ve felakete sürükleyenler; kendini aşağılamanın ve Tanrıyı yüceltmenin tohumunu durmaksızın ekip, genç yürekleri çamura sürükleyen ve genç kafaları aptallaştıranlar deniyor onlara.
Ve bu kimse sözlerine şöyle devam eder: Tanrının buyrukları ve diğer buyruklarla kimin için ilgileniyorsunuz? Herhalde sadece Tanrı’nın hatırı için yaptığınızı düşünmüyorsunuz. Hayır, yine  - Kendiniz için yapıyorsunuz. - Demek ki burada da baş mesele Sizsiniz ve her biriniz kendi kendine şunu söylemelidir: Ben Kendim için Herşeyim ve ben Herşeyi Kendim için yaparım. Eğer Tanrı’nın, buyrukların (vb) Size sadece zarar verdiğini, Sizi kısıtladığını ve felakete sürüklediğini görseydiniz: Hepsini kesinlikle İçinizden fırlatıp atardınız, tıpkı bir zamanlar Hıristiyanlar’ın, Apollo’yu, Minerva ‘yı  ve çok tanrılı töreyi lanetledikleri gibi.  Elbette ki Hıristiyanlar bunların yerine İsa’yı ve ardından Meryem’i ve Hıristiyan töresini getirdiler; ancak bunu da kendi ruhlarının selameti için yani egoizm ve Kendi-Olma adına yaptılar."
                                                                                                               Max Stirner 


Şöyle bir hatıra vardır: 15. yüzyıl ressamlarından Albrecht Dürer, abisi ve babasıyla beraber yemek masasında oturmaktadırlar. Kuyumculuk ve madencilik gibi işlerle uğraşan babası günde 18 saat çalışmaktadır. Buna karşın o akşam, o masada çocuklarına, yalnızca ikisinden birini okutabileceğini söylemiştir. Resme yeteneği olan bu iki kardeşten biri babasıyla madenlere çalışmaya gidecek, şanslı olan ise resim dalında yüksek öğrenim görebilecektir. Yazı tura atışını Albrecht Dürer kazanır ve eğitim almak için evinden ayrılır. Resim yüksek eğitimi aldığı dört yıl boyunca babası ve abisi Dürer'e yardım eder.

Aradan geçen dört yıldan sonra, Dürer'in resimleri satmaya ve kendisi de para kazanmaya başlar. Dürer'in verdiği bir akşam yemeğinde abisine artık ona destek olabileceğini ve dilerse onun da resim eğitimine başlayabileceğini söyler. Dürer'in abisi, madenlerde çalışmaktan deforme olmuş ve artık fırça tutmaz hale gelmiş ellerini gösterir. İşte üstteki "Praying Hands" tablosu da böyle bir hikayenin neticesinde üretilmiştir...

Bu hikayede kendi hayatından neredeyse vazgeçen bir adanmışlık sözkonusudur. Özgeciliğin bir adım ilerisi denilebilir belki buna. Özgecilik ise başkalarının yararını da kendi yararı kadar gözetme manasındadır. Yani Özge'leri sevmek değildir :) Peki ama bir insan başkasının yararını da kendi yararı kadar, kendi yararı derecesinde gözetebilir mi?!

A Torinoi Lo (Film) - Bela Tarr
Bu bana kalırsa pek mümkün değil. Bir insan kendi yararına olmayan bir eylemi gerçekleştirebilir mi?! Eziyet çeken bir hayvanı koruma içgüdüsü insandaki ayna sinirlerin varlığına yoruluyor. Yani insanın en nihayetinde kendini karşısındaki canlının yerine, kendisini de o durumda görmemek adına koyduğu düşünülüyor. Çünkü bizim toplumumuzda en nihayetinde kurban kesmek eylemi içselleştirilmiş. Bunu hayvan hakları veya vejetaryen sağduyusu bağlamında değerlendirmiyorum. Sanırım burası açıktır. Bunu nasıl değerlendirdiğimi önce Milan Kundera'nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği kitabından şu alıntıyla açıklamak istiyorum:
"Yaradılış Kitabı, Tanrı’nın insanlara hayvanlar üzerinde egemenlik verdiğini söylüyor, ama bunu O’nun hayvanları insanlara emanet ettiği biçiminde de yorumlayabiliriz pekala. İnsan gezegenin efendisi değil, sadece yöneticisiydi ve sonuçta yalnızca gezegenin yönetiminden sorumluydu. Descartes önemli bir adım attı; insanı “maitre et proprietaire de la nature” (doğanın efendisi ve sahibi) yaptı. Hiç kuşkusuz bu adımla hayvanların ruhu olduğunu kesinkes reddedenin o olması arasında da derin bir bağ var. İnsan efendi ve sahiptir, diyor, Descartes, hayvansa sadece bir otomat, hareket eden bir makine, bir machina animata. Hayvan yakındığında, bu yakınma değildir; sadece kötü çalışan bir makinenin hırıldamasıdır. Bir vagon tekerleği gıcırdadığında, vagon acı çekiyor anlamına gelmez bu; sadece tekerleğin yağlanması gerekmektedir. Demek ki, laboratuvarda canlı canlı kesilen bir köpeğe üzülmek için neden yoktur."
Kundera, Descartes'ın böyle söylediğini ileri sürüyor ve sonra kitabının bir başka yerinde şöyle bir tespit yapıyor:
"Gerçek insan iyiliği, ancak karşısındaki güçsüz bir yaratıksa bütün saflığı ile, özgürce ortaya çıkabilir. İnsan soyunun gerçek ahlaki sınavı, temel sınavı, onun, merhametine bırakılmışlara davranışında gizlidir: Hayvanlara. Ve işte bu açıdan insan soyu temel bir yenilgi yaşamıştır, o kadar temel bir yenilgi ki, bütün öteki yenilgiler kaynağını bundan almaktadır."
Bir de şu sahne geliyor insanın gözünün önüne: Turin’deki otelinden çıkan Nietzsche. Bir arabacının atını kırbaçladığını gören Nietzsche atın yanına gidiyor, kollarını hayvanın boynuna doluyor ve gözyaşlarına boğuluyor. Bu 1889’da oldu; o sırada Nietzsche de insanların dünyasından elini eteğini çekmişti. Başka bir deyişle, tam akıl hastalığının patlak verdiği sıralar. Nietzsche bu olaydan sonra üç gün eve kapanmıştır ve bu üç gün boyunca tek kelime konuşmamıştır. Bundan sonra söylediği ilk cümlenin “Mutter, ich bin dumm."(Anne, Ben aptalım!!!) olduğu söylenir. "A torinoi lo"(Torino Atı) filminde ise Bela Tarr, Nietzsche'nin bu duygu yüklü anısını karşı yönden alır ve atın sahibi ve kızını film eder. Yoksa aslında, gün aşırı sadece patates yiyen ve varlıklarını bu çelimsiz atın gidişine borçlu olan insanlara mı üzülmelidir/üzülmeliydi? Nietzsche neden ben ne kadar da aptalım demiştir? Milan Kundera sözlerini şöyle bitiriyor: "Ama tam da bu nedenle, yaptığı harekette derin anlamlar buluyorum ben; Nietzsche attan Descartes adına özür diliyordu. Deliliği at için gözyaşlarına boğulduğu an başladı. işte benim sevdiğim Nietzsche bu."

Stirner, bir insanın karşısındaki bir insanı sevmesini; o insanın bu sevgiye değer olmasıyla nitelendiriyor. Yani bu duygu kendisine iyi geldiği için karşısındakine bir arzu veya aşk duyuyoruz. Biz kendi yararımıza olmayan bir iş yapmıyoruz. Gizli veya açık her iş bize yarıyor. Bunu itiraf etsek veya edemesek de bu böyle. Bu bariz veya bulanık olsa da bu böyledir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder